|
|
Sapare Aude!
Bilmek
Cesaret İşidir. Bilmeye Cesaret Edenlere ithaf olunur…
ÖNSÖZ
Amerika’da
hukuk öğrencileri henüz ikinci sınıfta okumakta iken kimi zaman kendilerini
geliştirmek kimi zaman öğrendiklerinin pratikte yansımalarını görmek için
makale yazmaya başlarlar. Eugene Volokh’ ın “Akademik Metinler Nasıl Yazılır? ” adlı kitabında bu öğrenci
makalelerinin, Anglo-Sakson hukuk sisteminin bir parçası olarak içtihatlarla
gelişen Amerikan hukukuna birçok katkıları olduğundan bahseder. Eserinde,
öğrenci makalelerinin hukuk dünyasını geliştirmenin yanı sıra bu makalelerin Federal
Mahkeme, Eyalet Mahkemelerinden atıflar aldığını belirtir. Hukuk, düşünme
üzerine gelişen bir sosyal bilimdir. Diğer bir deyişle Hukuk, düşünce ürünüdür.
Düşünceler ise en basit haliyle yazın olarak hayatta karşılık bulur. Bu yüzden
makaleler bilhassa hukuk biliminin gelişmesinde fevkalâde etkindir. Türk Hukuk
sisteminin bir parçası olduğu Kıta Avrupası hukuk sistemlerinde hukukun üç ana
kaynağından biri olan doktrin esasında hukuk hayatına kazandırılmış
makalelerden ibarettir. Yeni fikirler, yeni çözümler doğurur. Bu bağlamda
kitabımın okuyucularına, özellikle hukukçulara ve bir derya olan Türk Hukukuna
bir nebze olsa da katkısı olması dileğiyle.
Ankara 2020
ÖZGEÇMİŞ
Rize’de
doğdu. Erzurum Tevfik İleri Anadolu Lisesinden 2016 yılında birincilikle mezun
oldu. Aynı yıl ÖSS sınavını kazanarak girdiği Ankara Üniversitesi Hukuk
Fakültesi’nden yüksek onur derecesi ile mezun oldu. Üniversitede birçok dergide
şiir ve yazılar yayımladı. Türkiye Barolar Birliği, Hacettepe Üniversitesi’nin
düzenlemiş olduğu etkinliklerde bulundu. Aynı zamanda çeşitli kurgusal duruşma
yarışmalarında dereceler aldı. Tema Vakfı, Türk Kızılayı, Gençlik ve Spor
Bakanlığı bünyesinde çeşitli öğrenci derneklerinde faaliyetlerde bulundu.
İngilizce bilmektedir.
İÇİNDEKİLER
“2+2=4 EDER” İN HUKUKTAKİ
KARŞILIĞI NEDİR ?
HİZMET TESPİTİ DAVASI VE PRİME ESAS
GERÇEK KAZANCIN TESPİTİ
Prime Esas Kazancın Düşük
Gösterilmesi Sorunu
Sosyal Sigortalar(Güvenlik) Sistemi
ve Prim
Sigortalılığın Tespiti (Hizmet
Tespiti)
KANUNİ MÜMESİLLERİN VERGİ
SORUMLULUĞUNUN SINIRLANDIRILMASI
Vergiyi Doğuran Olay, Mükellef ve
Vergi Sorumlusu
Vergi Mevzuatında Kanuni Mümessiller
Çeşitli Mevzuatlarda Kanuni
Mümessiller
Kanuni Mümessillerin Vergi
Sorumluluklarının Kapsamı
Vergi Sorumluluğunun
Sınırlandırılması
MASUMİYET/SUÇSUZLUK KARİNESİ
TEMELİNDE AİHM’İN 20/02/2020 TARİHLİ KREBS V ALMANYA KARARI
BİR HUKUKA UYGUNLUK SEBEBİ OLARAK
MEŞRU SAVUNMA
Meşru savunma ve zorunluluk hali
Hukuk Devleti ilkesi ile ilişkisi ve
Türk hukukundaki yeri
Adil yargılanma hakkı ilkesiyle
ilişkisi
İdari yaptırımların cezai niteliği
İmar hukukunda non bis in idem ilkesi
Yıkım kararı bakımından değerlendirme
TÜRK VE İNGİLİZ HUKUKUNDA TEKNE
SİGORTASININ KANUNİ VE AKDİ TEMELLERİ
TEKNE SİGORTASININ KANUNİ VE AKDİ
TEMELİ
TÜRK HUKUKUNDA KANUNİ VE AKDİ TEMEL
İNGİLİZ HUKUKUNDA KANUNİ VE AKDİ
TEMEL
“2+2=4 EDER” İN HUKUKTAKİ KARŞILIĞI NEDİR ?
Ali Fuat ÇİÇEKLİ*
Yıllar önce ilkokulda okurken aklıma bir mesele takıldı.
Yanılmıyorsam dersimiz fen bilgisiydi. Öğretmenimiz ' 2+2=4 etmeyebilir.'
dedi ve bu cümlesini tahtaya yazdı. Bu nasıl olabilir diye düşünürken
öğretmenimiz ' Bunu biraz düşünün. Haftaya bu konu hakkındaki düşüncelerinizi,
araştırmalarınızı yazın getirin.' dedi.
Ben ödev yapmayı seven bir öğrenci değildim ki hala ödev
yapmayı sevmiyorum. Bu yüzden tahmin edebileceğiniz gibi sadece düşünmekle
yetindim. Hiçbir araştırma falan yapmadım. Ama düşünürken şu aklıma
gelmişti. 2+2=4 eder olgusu bile doğru değilse biz
ne öğrenmeye çalışıyoruz ? Böyle düşündüm ama dediğim gibi o düşünce orda
kaldı. Zaten kimse ödevini yapmamış olacak ki bir sonraki hafta öğretmen de
üzerinde durmayarak derse devam etmişti.
Tabi yıllar geçti ve ilkokul, ortaokul lise derken ben
Ankara hukuk fakültesini kazandım. Artık kendimce bir şeyleri başardığımı
hissediyordum diyebilirim. Birinci sınıfta derslere giriyorum. Karmaşık tabi
hiçbir şey anlamıyorum. Hoca bir şeyler anlatıyor ama ne anlatıyor ? Yani
diyebilirim ki dünya dışı bir varlık var ve onu tanımlamaya çalışıyoruz.
Hakkında hiçbir şey bilmediğin bir şeyi nasıl tanımlayabilir veya onu idrak
edebilirsin ki ? İnek bir öğrenci olduğum için tabi birinci sınıf, ikinci,
üçüncü derken bir de baktım ki son sınıfa gelmişim. Geldiğim noktayı söyleyeyim
size bir şeyler biliyorum ama bildiklerim bilmediklerimin yanında hiçbir şey.
Anlayacağınız birinci sınıftaki karmaşa o uzaylı varlığı biraz tanıyınca daha
da karışık hale geldi. Şöyle anlatabilirim ki tam bir kördüğüm…
Geçenlerde bir kuruma fakültedeki kulüplerden birinin
aracılığıyla toplu halde ziyarete gittik. Kurum görevlileri – bu kişiler daire başkanları, başkan
yardımcıları, avukat ve uzmanlardan oluşuyor. Hatta ziyaretin bir kısmına kurum
başkan yardımcıları da dahil oldu. – biz öğrencilere kurumu ellerinden
geldiğince tanıtmaya çalıştılar. Tanıtım esnasında başkan yardımcılarından biri
olsa gerek, kendisinin elektrik mühendisi olduğunu ve hukuktan anlamadığını,
nedeninin ise bir vakıa hakkında birden çok görüşün nasıl olabildiğini söyledi.
Oradaki hukukçular çeşitli açıklamalar yapmakla beraber iddiayı ortaya atan pek
tatmin olmamış olacak ki sorularına yenilerini ekledi :
–
Hukuk bir bilim
olduğunu iddia ediyor fakat bilimsel bilgiler doğruluğu yanlışlığı
kanıtlanabilen bilgilerdir. Yani olgusal özelliğe sahiptirler.
–
Aynı şekilde bilimsel
bilginin sonucu da nettir. Açıklamak gerekirse bir olayın sonucu ya siyah ya
beyazdır. Bilimde grilik olamaz.
–
Bilim, doğa yasaları
üzerinde tartışmaya hiçbir şekilde meydan vermez. Şöyle ki 2+2=4 eder. Bu kuralın istisnası yoktur. Ancak hukukta
çok temel ilkelerde bile en az üç veya dört görüş bulunmakta ve bu görüşler
bazen birbirleriyle taban tabana zıt olmaktadır.
Tabi beyefendi ‘2+2=4 eder’
dediği anda tahmin etmiş olacaksınız ki beynimde şişmekler çaktı. Adeta o
esnada bulunduğum yerden soyutlandım. Yıllar öncesine ilkokulda öğretmenimizin
sorduğu soru aklıma geldi.
Kurum gezisi sona erene kadar
aklım başka yerdeydi. Sürekli bu konu hakkında düşündüm. Öğretmenimiz ‘2+2=4 eder’
kuralı her zaman geçerli değil derken ne demek istediğini düşündüm ve bu
konu hakkında biraz daha detaylı düşünmeye hatta artık bu konuyu çözmeye karar
verdim. Mutlaka bir sebebi vardı ve bunun ilkokul öğrencisinin anlayabileceği
kadar basit de bir cevabı vardı.
Bunları düşünürken o zamana
gittim ve o şartlar altında yani ilkokul öğrencisinin bilebileceği şartlarda bu
sorunun nasıl bir cevabı olabileceğini düşündüm. Dersin fen bilgisi olduğunu
hatırladığımda fennin üniversite sınavlarına hazırlanan herkesin bildiği o
meşhur kuralını hatırladım. ‘NŞA ( Normal şartlar altında ) ‘ Bu kural
neredeyse her şeyin temeliydi. Şöyle ki NŞA kaynama sıcaklığı, NŞA donma
noktası, NŞA kütle merkezi… vs. bu normal şartlar altında kuralını nasıl da
hatırlayamamıştım. Çok basit bir kuraldı. Tabi ki de ‘2+2=4 eder’ fakat
normal şartlar altında eder. Tabi
anahtar kelimeyi bulunca gerisi de geliyordu. Hukukta da bir kural vardır.
Şöyle ki bir ‘ kural olarak ‘ vardır. Eğer karşınıza böyle bir ibare
geliyorsa muhakkak bu kuralın istisnası da bulunmaktadır. Yani bir nevi
bunu hukukun NŞA’ sı olarak düşünebiliriz.
Şimdi hukuktaki karşılığı ile
soyut normu somut olaya uygulama – altlama – yaptığımızda ‘2+2=4 eder’
kuralı, kural olarak böyledir. Yani normal şartlar altında bu şekildedir.
Fakat çok fonksiyonlu bir denklem üzerinde kurulu olan düzlemini
değiştirdiğimizde 2+2’nin = 4 etmeyeceğini görürüz. Bu kuralı
detaylı olarak açıklamaya gerek olduğunu düşünmüyorum. Çünkü zaten Google size
yeterince yardımcı olacaktır. Ancak şöyle bir önbilgi verecek olursam konunun limitle
alakalı olduğunu söyleyebilirim. Yani belirsizlik temelli.
Hukuk da böyledir. Yani NŞA
olarak belli kıstaslar koyar. Sırf somut olarak beş duyu organıyla idrak
edilemediği için hukuku bilimsellikten uzak olarak yaftalamak bilgi temelli
olmasa gerek ! Bilimsel bilgi bile normal şartlar altında belli olgusal
sonuçları verebiliyorken hukuk gibi onlarca hatta yüzlerce fonksiyonlu
değişkene sahip olan – ki sosyal bilimler genel
olarak böyledir. – bir bilim dalında bir konu hakkında birden çok görüş tabi ki
de olacaktır hatta olmalıdır.
Son olarak daha açıklayıcı ve basitleştirmek amacıyla
örneklendirmek istiyorum. Şöyle ki fenni bilimlere dayanılarak üretilen devasa
makineler, araçlar yüzlerce, binlerce belki de yüz binlerce mikro, makro
parçanın birleşmesi, birbiriyle bütünleşmesiyle meydana geliyor ve bu parçalar
birbirinin bütünleyici parçaları olarak matematiksel, kimyasal hesaplamalar
sonucu elde ediliyor. Şöyle ki bir milimetre yanlış hesaplama yapılsa ‘2+2=4 eder’ kuralı gereği
makine işlevini yerine getiremez ve bu makine parçalarının bütünlüğü
içerisindeki insicamı bozulur.
Pekala şimdi sorumuza gelelim.
Hâl böyle iken neden bu makineler hiç olmadık, durduk yerde bozulabiliyor ?
Veyahut bu kadar teknik hesaplamalara rağmen neden kazalar meydana gelebiliyor
? Madem karşımızda ‘2+2=4 eder’ kadar kesin ve net bir olgu var
istenmeyen, müdahale edilemeyecek ya da beklenmeyen durum olarak
değerlendirilecek hâller meydana geliyor ?
CEVABI aslında çok basit : Tüm
bunlar normal şartlar altında yapıldığından dolayı şartlar, koşullar
değiştiğinde bu denklemler bir anda bozuluveriyor, farklı denklemler ortaya
çıkıyor. Böylece farklı sonuçlara göre değerlendirme yapılmadığı için
istenmeyen durumlar meydana geliyor. Somutlaştırırsak : antifriz konulmayan bir
araba sahil şehirlerinde hiçbir arıza çıkartmazken kırsal kesimlerde hava
sıcaklığı sıfırın altına düştüğünden dolayı buna paralel olarak motor suyunun
da sıfırın altına düşmesi sebebiyle suyun donması gerçekleşiyor, böylece motor
çalıştırılmak istendiğinde motorun ateşleme sisteminin motor suyuna bağlı
olarak donması yüzünden motor bloku patlayarak araç işlevsiz hale geliyor. Bu
yüzden bu fonksiyonu göz önüne alıp tekrar düzenleme yapılarak çözülüyor. Tabi
göz önünde tutulan şartlarda başka değişiklik olmazsa.
Nihayetinde hukukun
bilimselliğini ve bilimin farklı yönlerini yeterince açıkladığımı
düşünüyorum ve kapanışı bu bilimselliğe vurgu yapan bir cümleyle
yapıyorum. Kural olarak ‘2+2=4 eder’
yani mefhum-u muhalifinden bu sonucun aksi de olabilir.
HİZMET TESPİTİ DAVASI VE PRİME ESAS GERÇEK KAZANCIN
TESPİTİ
*Ali Fuat ÇİÇEKLİ
Prime Esas Kazancın Düşük Gösterilmesi Sorunu
Güncel
hayatta prime esas kazançların genellikle işverenler tarafından gerçek kazanç
olarak gösterilmemesine ilişkin uygulamalara rastlanmaktadır. Bazı işverenler
daha az vergi veya prim ödemek suretiyle üretim maliyetlerini düşürmek ve/veya
daha fazla kar elde edebilmek vs. maksatlarıyla işçiye ödemekte olduğu gerçek
ücreti dikkate alarak prime esas kazanç bildiriminde bulunmamaktadırlar. En sık
rastlanılanı, prime esas kazanç daha yüksek olmasına karşın ücretin asgari
ücretten veya asgari ücrete yakın gösterilmesi
suretiyle sigorta bildirgelerinde sanki asgari ücretten ödeme yapıyormuş
izlenimi verirler. Sigortalı işçiler iş ve sosyal güvenlik hukuku mevzuatında
mevcut bulunan haklarını bilmemesi, çoğunun bilebilecek durumda olmaması
dolayısıyla genellikle bu durumdan bihaber olmakla birlikte, haberdar olsa bile
ülkemiz ekonomik koşullarında işini kaybetme korkusuyla bu duruma ses
çıkarmamakta ve nihayetinde bu durum prime esas kazancı düşük gösterilen
işçilerin sigortadan kaynaklanan haklarının kaybına neden olarak uzun dönemde
sigortadan sağlanacak gelir ve aylıklarda olması gerekenden daha düşük olarak
faydalanabileceklerdir.[1] Diğer
bir deyişle sosyal güvenlik hukukundan kaynaklanan hakların hesabında da ücret
(prime esas kazanç) esas alınması dolayısıyla ücretin düşük gösterilmesi, doğal
olarak sosyal güvenlik haklarında da küçülme yaratmakta, bu da sigortalıları
yargıya başvurmaya yöneltmektedir.
Ödenen
ücret ile prime esas kazanç olarak gösterilen ücret farklılığının zamanında
bildirmeyen veya bildirilemeyen sigortalılar daha sonra gelir ve aylıklarında
oluşan belirgin azalmayı veya düşük geliri fark edince gerçek prime esas
kazancın tespitini dava etmektedirler. Bu davalar sigortalının hak kayıplarını
engellemek üzere prime esas gerçek ücretin bildirilenden daha yüksek olduğunu
tespit ederek sigortalıya sosyal sigortadan daha fazla aylık ve gelir
bağlanmasını sağlama amacı taşır. Bu bağlamda kısaca sosyal güvenlik
sistemimizde prim konusunu değerlendirdikten sonra prime esas kazancın nasıl
tespit edilebileceğine değinilecektir.
Sosyal Sigortalar(Güvenlik) Sistemi ve Prim
Kişinin
maddi ve manevi varlığını koruması ve geliştirmesi kapsamında Anayasa madde
60’ta belirtilen “Herkes, sosyal güvenlik hakkına sahiptir. Devlet, bu
güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alır ve teşkilatı kurar.” Sosyal
güvenlik hakkı Anayasa Mahkemesi’nin
E.2015/100 K.2015/110 sayılı kararında belirtildiği üzere “Çağdaş devlet
anlayışının bir sonucu olan sosyal hukuk devletinde geçerli sosyal güvenlik ve
sosyal adalet ilkeleri gereğince toplumdaki insanlara, insan onuruna yaraşır
asgari yaşam düzeyi sağlamak ve onları korumakla görevi devletten bu yönde
gerekli tedbirleri almasını ve teşkilatları kurmasını talep hakkıdır.” (Mehmet
Akad, Teori ve Uygulamada Sosyal Güvenlik Hakkı, Kazancı Hukuk Yayınları No:
112, İstanbul 1992, s. 10) biçiminde tanımlanmış olup; sosyal güvenlik hakkının
nitelikleri ise, vazgeçilmez ve devredilmez bir hak olduğu; bu haktan
yararlanmanın zorunlu bulunduğu ve devletin sosyal güvenlik hakkının yaşama geçirilmesinde
müdahalesinin gerekliliği olarak belirlenmiştir. (Ercan Turan, Sosyal Güvenlik
Hakkı, Kamu-İş, C.7, S.3, sh.319 vd.)” temelinde bir insan hakkı olan sosyal
güvenlik hakkı, kişinin karşılaşması mutlak ya da muhtemel tehlikelerin
sonuçlarına karşı kişiye bir gelir garantisi sağlamak suretiyle kişiyi bu
muhtaç duruma düşme riskine karşı güvenlik altına almanın genel adıdır. Sosyal
güvenlik; gelirleri ne olursa olsun, ülkede yaşayan herkesin, toplum huzurunu
ve refahını bozan sosyal tehlikelerin verdiği zararlardan, bir insan hakkı
olarak ve esas itibariyle bir Devlet görevi olarak, primli ve/veya primsiz
rejimlerin kullanılması suretiyle kurtarılmasını amaçlayan bir sistemdir.[2]
Sosyal güvenlik sisteminin temel amacı sigortalıların karşılaştıkları değişik
riskler karşısında uğradıkları geçici veya sürekli gelir kayıplarıyla gider
artışlarını karşılayarak, sigortalının insan onuruna yaraşır asgari yaşam
düzeyini sürdürmesini sağlamaktadır. Ancak, sosyal
sigortaların güvence kapsamına aldığı riskler ve bu risklerin doğurduğu
etkilerin farklılığı, farklı sigorta kolları oluşumunu ve bu kollar üzerinden
değişik oranda prim tahsili ve güvence sağlanması sonucunu doğurmuştur.[3] Sosyal
güvenlik sisteminin en önemli gelir kaynağı primlerdir. Keza bir nevi sigorta
ilişkisinden ibaret olan sosyal güvenlik sistemlerinin, her ne kadar bireylerin
pasif yaşamlarının sürdürebilirliği açısından devletin pozitif yükümlülükleri
bağlamında değerlendirilse de tüm sosyal sigorta kolları açısından bunu
düşünmek hem devletin sırtına ağır bir yük hem de toplumsal kalkınmanın sekteye
uğramasını kaçınılmaz kılar. O halde sosyal sigortaların bireylerin olması
muhtemel rizikolara karşı teminat sağlama işlevinin de bulunduğu
unutulmamalıdır. Bu bağlamda kişilerin sosyal sigortalardan yararlanması tabii
olarak yatırdıkları primlerle karşılanabilir. Keza 5510 sayılı Sosyal
Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu da genel sistematiği bakımından
prime dayalı rejimi benimsemiş ve bireylerin prim ödemesini öngörmüştür. En
başta kanunun Prim Alınması Zorunluluğu Başlıklı 79. Maddesinde
“Kısa ve uzun vadeli sigortalar ile genel
sağlık sigortası için, bu Kanunda öngörülen her türlü ödemeler ile yönetim
giderlerini karşılamak üzere Kurum prim almak, ilgililer de prim ödemek
zorundadır. Kurumca tahsil edilen genel sağlık sigortası primleri, tahsil
edilmesini müteakip doğrudan Kurum bütçesinin genel sağlık sigortası kalemine
aktarılır.”
Belirtildiği üzere prim sosyal güvenlik
sisteminin temel finansman kaynağı olması hasebiyle kişilerin ödemesi zorunlu
belli bir miktar paradır. Yine kanunun çeşitli maddelerinde prime dayalı
sistemin yansımalarını görmek mümkündür. Keza madde 3/6’ da “Sigortalı: Kısa
ve/veya uzun vadeli sigorta kolları bakımından adına prim ödenmesi
gereken veya kendi adına prim ödemesi gereken kişiyi” şeklinde
belirtilmiştir. Kanun her ne kadar sigortalı olmak için prim ödenmesi
gerektirmiyorsa da bazı hallerde sigortadan yararlanabilmek için prim
bildirilmiş olmasını hatta primin ödenmesi şart koşmuştur. Misal olarak madde
16’ da “ (b) bendi kapsamında olanlar için doğumdan önceki bir yıl içinde en az
120 gün kısa vadeli sigorta kolları primi yatırılmış ve genel sağlık sigortası
primi dahil prim ve prime ilişkin her türlü borçlarının ödenmiş olması”
yine madde 18/1-c “… önceki bir yıl içinde en az doksan gün kısa vadeli sigorta
primi bildirilmiş olması şartıyla…” yine aynı maddenin ikinci fıkrasında “…prim
ve prime ilişkin her türlü borçlarının ödenmiş olması şartıyla…” Yine aynı
kanun 27,28,32. Maddelerde prime ilişkin bildirme veya ödenme durumları
öngörülmüştür. Görülmektedir ki kanun baştan aşağı prime dayalı bir sisteme
üzerine inşa edilmiştir. O halde sosyal sigortalar açısından primin önemi
tartışmasızdır.
Nihayetinde
primin önemi göz önüne alındığında, primin nasıl hesaplanacağına da değinmek
gerekir. Konunun bağlamında kalmak üzere kişilerden alınan prim, prime esas
kazanç saptanarak bulunur. Bu ise 5510 sayılı kanun madde 80’ de
düzenlenmiştir. Prime esas kazanç; ücret, prim, ikramiye ve bu nitelikteki her
çeşit istihkak üzerinden hesaplansa da en önemli ayağını ücretler
oluşturmaktadır. Dolayısıyla sigortalıların hemen hemen tüm hakları prime esas
kazanç özelinde oluşmakta ve bu esas kazancın miktarına göre sosyal sigortadan
yararlanabilmektedirler.
Prime Esas Kazanç
Prime
esas kazanç hukuken, kanunen ve ayrıca ahlaken gerçek ücret esas alınarak
bildirilmelidir. Keza prime esas kazancı gerçeğe aykırı olarak bildiren ve
yatıran işveren hem ödemediği primleri 5510 sayılı kanun madde 81 ve 87
uyarınca ödemek zorunda olacak hem de 5510 sayılı kanun madde 102 gereği idari
para cezasına çarptırılacaktır. Söz konusu yaptırımlar 2018 yılındaki
değişiklikle işveren lehine düzenlemelerle yumuşatılmıştır. Söz konusu hükme
göre belli şartlar dahilinde işverene idari para cezası uygulanmaz. Hükümde “Kurumca,
birinci fıkrada belirtilen bildirge, beyanname, belge veya defterlere istinaden
sigortalıların ve çalışma gün sayılarının eksiksiz bildirilmesi şartıyla
bildirilen prime esas kazanç tutarında, fiilin işlendiği tarihteki brüt asgari
ücretin üçte birini geçmeyecek ve %1’ini aşmayacak şekilde eksiklik tespit
edilmesi durumunda, eksikliğin on beş gün içinde düzeltilmesi için ilgiliye
yazılı ihtar verilir. Bu süre sonunda tespit edilen eksik tutarın Kuruma
bildirilmemesi halinde birinci fıkranın ilgili hükümlerine göre idari para
cezası verilir. Eksikliğin işverence tespit edilmesi durumunda bu süre;
bildirge, beyanname, belge veya defterlerin Kuruma verilmesinden itibaren on
beş gündür.” Şeklinde belirtildiği üzere işveren yine prime esas gerçek ücreti
bildirmekle yükümlü olmakla birlikte koşullar gerçekleştiği takdirde bazı idari
para cezalarından kurtulmaktadır. Görülmektedir ki prime esas kazancı düşük
gösteren işveren her durumda bu gerçek ücreti bildirmek zorunda ve ona göre
primin kendine düşen kısmını ödemek durumundadır.
Görüldüğü
üzere prime esas kazancın gerçek olarak bildirilmesi bir hak olduğu kadar bir o
kadar da yükümlülük olduğu aşikardır. Keza kanun prime esas kazancın gerçek
olarak saptanması için çeşitli düzenlemelerle bunu engellemeye çalışmış, ( bkz.
Madde 86 Prim belgeleri ve işyeri kayıtları) söz konusu yükümlülüklere
aykırılık halinde ise çeşitli yaptırımlar öngörerek hukuka aykırılığın
giderilmesinin yanına caydırıcılık sağlanmaya çalışılmıştır.
Sigortalılığın Tespiti (Hizmet Tespiti)
Prime
esas kazancın tespitinden önce aralarında çok sıkı bağlantı bulunması
dolayısıyla sigortalılığın tespitine de değinmek gerekir. Hizmet tespiti ya da
hukuki tanımıyla sigortalılığın tespitinin temelinde Anayasa madde 60 ve 5510
sayılı kanun madde 92 bulunmaktadır. 5510 sayılı kanun madde 92 ‘ de “Kısa ve
uzun vadeli sigorta kapsamındaki kişilerin sigortalı ve genel sağlık
sigortalısı olması, genel sağlık sigortası kapsamındaki kişilerin ise genel
sağlık sigortalısı olması zorunludur.
Bu Kanunda yer alan sigorta hak ve yükümlülüklerini ortadan kaldırmak,
azaltmak, vazgeçmek veya başkasına devretmek için sözleşmelere konulan hükümler
geçersizdir. Bu Kanuna göre
alınacak sigorta primleri ve idarî para cezalarının ödenmesi için, Kurumca
işverene yapılacak bildirim üzerine prim borçları ve idarî para cezaları
ödenmezse, Kurumca düzenlenen prim borcunu ve idarî para cezasını gösteren
belgeler resmî dairelerin usulüne göre düzenledikleri belgeler hükmündedir.
Sigortalılık, bu
Kanunda sayılan sigortalı sayılma şartlarının kaybedilmesi veya ölüm halinde
sona erer.” Şeklinde belirtildiği üzere
sigortalılık durumu kanundan dolayı kendiliğinden doğar, vazgeçilmezdir.
Dolayısıyla kişi eğer sigortalı olmayı gerektirecek durumda bulunmuşsa
kendiliğinden sigortalı durumuna gelir. Ayrıca bir bildirim veyahut ihbar gerekmez.
Söz konusu sigortalılık durumuna ilişkin sigorta hak ve yükümlülüklerini
ortadan kaldırmak, azaltmak, vazgeçmek veya başkasına devretmek için
sözleşmelere konulan hükümler geçersizdir. Dolayısıyla sigortalılığın tespiti
aynı zamanda kamu düzenini ilgilendirdiği için mahkeme davayı re’sen araştırma
ilkesine göre inceler. Bu bağlamda bireyler sigortalı olmak için değil,
sigortalı olduklarını tespit etmek için niteliği itibariyle bir eda davası
niteliği taşımayan tespit davası olan “Hizmet Tespiti Davası” yoluna başvurarak
hukuki himaye talep ederler. Hizmet tespiti davası, sigorta bildirimi
yapılmadan veya eksik yapılarak çalıştırılan işçinin, Sosyal Güvenlik Kurumu’na
bildirilmeyen çalışma sürelerinin tespiti ve dolayısıyla sigortalılığının
tespiti için açtığı davadır. Bu dava niteliği ve etki edeceği durum açısından
uzun vadeli sigorta kollarını (malullük, yaşlılık-emeklilik- ve ölüm sigortası)
konu edinir. Keza kısa vadeli sigorta kolları (İş kazası, meslek hastalığı,
Hastalık ve Analık sigortaları) için belli bir sürenin geçmesi ya da bildirim
gerekmeyip 5510 sayılı Kanun m/92 gereği kendiliğinden sigortalı sayılma
durumuyla oluşan iş kazası, meslek hastalığı vs. aynı anda gerçekleşir.
Sigortalılığın tespiti için öncelikle sigortalılığın başlangıcını saptamak
gerekir. Hizmet tespiti davasının konusuna elverişli sigortalı grubu niteliği
itibariyle 5510 sayılı kanun 4/1-a gereği “a) Hizmet akdi ile bir veya birden
fazla işveren tarafından çalıştırılanlar” yani işçilerdir. İşçilerin
sigortalılığı yine kanun madde 7/1-a’ da “Sigorta hak ve yükümlülükleri 4 üncü maddenin
birinci fıkrasının; (a) bendi kapsamında sigortalı sayılanlar için çalışmaya,
meslekî ve teknik eğitime, meslekî ve teknik ortaöğretim sırasında tamamlayıcı
eğitim ya da alan eğitimine, staja veya bursiyer olarak göreve başladıkları
tarihten” itibaren başlar. Dolayısıyla sigortalılığın başlangıcı fiili
çalışmanın başladığı tarihtir. Dolayısıyla bireyler hizmet tespiti davalarında
öncelikle sigortalılığının başlangıcı olan fiili çalışma olgusunu ispat ederek
fiili çalışmanın başlangıç tarihini mahkemelerde bu fiili çalışmanın başladığı
tarihi saptamaya çalışacaktır. Yani hem fiili çalışmayı hem de başlangıcı
belirlenecektir. Bu bağlamda Yargıtayın kökleşmiş içtihatları bulunmakta ve
hemen hemen fiili çalışmanın saptanmasının aşamaları konusunda görüş birliği
mevcuttur.
Yargıtay
fiili çalışma olgusunu öncelikle 5510 sayılı madde 86 bağlamında ele alınır.
Söz konusu maddeye göre “İşveren, işyeri sahipleri; işyeri defter, kayıt ve
belgelerini ilgili olduğu yılı takip eden yıl başından başlamak üzere on yıl
süreyle, kamu idareleri otuz yıl süreyle, tasfiye ve iflâs idaresi memurları
ise görevleri süresince, saklamak ve Kurumun denetim ve kontrol ile
görevlendirilen memurlarınca istenilmesi halinde onbeş gün içinde ibraz etmek
zorundadır.…Kurumun denetim ve kontrol ile görevlendirilmiş memurlarınca,
fiilen yapılan denetimler sonucunda veya işyeri kayıtlarından yapılan
tespitlerden ya da kamu idarelerinin denetim elemanlarınca kendi mevzuatı
gereğince yapacakları soruşturma, denetim ve incelemeler neticesinde veya kamu
kurum ve kuruluşları ile bankalar tarafından düzenlenen belge veya alınan
bilgilerden çalıştığı anlaşılan sigortalılara ait olup, bu Kanun uyarınca
Kuruma verilmesi gereken belgelerin yapılan tebligata rağmen bir ay içinde
verilmemesi veya noksan verilmesi halinde, bu belgeler Kurumca re’sen
düzenlenir ve muhteviyatı sigorta primleri Kurumca tespit edilerek işverene
tebliğ edilir…” şeklinde belirtildiği üzere öncelikle işverenin tutması gereken
bilgi ve belgelerin varlığına bakılır. Yargıtay istikrarlı içtihatlarında fiili
çalışma olgusunun her türlü delille ispat edilebileceğini belirtmektedir.
Yargıtay 21. HD E. 2014/8915 K. 2015/5 843 T. 23.3.2015 tarihli kararında “Bu
tür davalarda öncelikle davacının çalışmasına ilişkin belgelerin işveren
tarafından verilip verilmediği yöntemince araştırılmalıdır. Bu koşul oluşmuşsa
işyerinin gerçekten var olup olmadığı kanun kapsamında veya kapsama alınacak
nitelikte bulunup bulunmadığı eksiksiz bir şekilde belirlenmeli daha sonra
çalışma olgusunun varlığı özel bir duyarlılıkla araştırılmalıdır. Çalışma
olgusu her türlü delille ispat edilebilirse de çalışmanın konusu niteliği
başlangıç ve bitiş tarihleri hususlarında tanık sözleri değerlendirilmeli, dinlenen
tanıkların davacı ile aynı dönemlerde işyerinde çalışmış ve işverenin resmi
kayıtlara geçmiş bordro tanıkları yada komşu işverenlerin aynı nitelikte işi
yapan ve bordrolarına resmi kayıtlarına geçmiş çalışanlardan seçilmesine özen
gösterilmelidir. Bu tanıkların ifadeleri ile çalışma olgusu hiçbir kuşku ve
duraksamaya yer vermeyecek şekilde belirlenmelidir. Yargıtay Hukuk Genel
Kurulunun 16.9.1999 gün 1999/21-510-527, 30.6.1999 gün 1999/21-549-555-
3.11.2004 gün 2004P,1- 480-579 sayılı kararlan da bu doğrultudadır.” Şeklinde
belirterek tanık dinlenilmesi halinde tanıkların anlatımlarının hiçbir kuşkuya
yer bırakmayacak şekilde olmasını aramakta ve kararın devamında “Yapılacak iş,
ihtilaflı döneme ilişkin dönem bordrolarında kayıtlı ve tarafsız tanıklar
saptanarak bunların bilgilerine başvurmak, davacının çalışmasının kesintisiz
olup olmadığını sormak, beyanına başvurulan tanıkların hizmet cetvellerini
davalı Kurumdan getirtmek, daha önce beyanları alınmış komşu işyeri tanığı
olduğunu ifade edenlerin bu durumlarım işe giriş bildirgeleri, hizmet
cetvellerini getirterek, kolluk araştırması yaptırarak belgelemek, ayrıca
bordolarda adı geçen kişilerin adreslerinin tespit edilememesi veya beyanları
ile yetinilmediği takdirde, Sosyal Güvenlik Kurumu, zabıta, maliye, meslek
odası aracılığı ve muhtarlık marifetiyle işyerine o tarihte komşu olan diğer
işyerlerinde uyuşmazlık konusu dönemde çalıştığı tespit edilen kayıtlı komşu işyeri
çalışanları; yoksa işyeri sahipleri araştırılıp tespit edilerek çalışmanın
niteliği ile gerçek bir çalışma olup olmadığı yönünde yöntemince beyanlarını
almak ve gerçek çalışma olgusunu somut ve inandırıcı bilgilere dayalı şekilde
ortaya koyduktan sonra sonucuna göre karar vermekten ibarettir. “ şeklinde
belirterek izlenmesi gereken yöntemi oldukça açıklayıcı bir şekilde
açıklamıştır. Yine Yargıtay 10. HD 2017/2241 E. 2019/6201 K. 18.09.2019 tarihli
kararında “Taraf tanıklarının
sözleri değerlendirilirken bunların inandırıcılığı üzerinde durulmalı,
verdikleri bilgilere nasıl vakıf oldukları, işveren ve işçiyle, işyeriyle
ilişkileri, bazen uzun yılları kapsayan bilgilerin insan hafızasında yıllarca
eksiksiz nasıl taşınabileceği düşünülmeli ve tanıklar buna göre dinlenilmeli,
re'sen araştırma kapsamında sadece taraf tanıkları ile yetinilmeyip mümkün
oldukça işyerinin müdür, amir, şef, ustabaşı ve postabaşı gibi görevlileri ve o
işyerinde çalışan öteki kişiler ile o işyerine komşu ve yakın işyerlerinde bu yeri
bilen ve tanıyanlar dahi dinlenerek tanık beyanlarının sağlığı denetlenmeli
ve çalışma olgusu böylece hiç bir kuşku ve duraksamaya yer
bırakmayacak biçimde belirlenmelidir” demek suretiyle fiili çalışmanın saptanabileceğine işaret
etmiştir. Aynı yönde Yargıtay HGK 2005/21-409 E. 2005/413 K, Yargıtay 21. HD E. 2014/3245 K. 2015/2326 T. 12.2.2015,
Yargıtay 10. HD E. 2015/1000 K.
2015/2972 T. 24.2.2015 tarihli kararları mevcuttur. Ancak unutulmamalıdır ki
prime esas kazancın tespiti noktasında 5510 Sayılı Kanunun 86/8. Maddesine göre
“ Aylık prim ve hizmet belgesi veya muhtasar ve prim hizmet beyannamesi işveren
tarafından verilmeyen veya çalıştıkları Kurumca tespit edilemeyen sigortalılar,
çalıştıklarını hizmetlerinin geçtiği yılın sonundan başlayarak beş yıl
içerisinde iş mahkemesine başvurarak, alacakları ilâm ile ispatlayabilirlerse,
bunların mahkeme kararında belirtilen aylık kazanç toplamları ile prim ödeme
gün sayıları dikkate alınır.” Dolayısıyla bu 5 yıllık süre hak düşürücü süre
olup işçinin hizmetinin geçtiği yılın sonundan itibaren başlar. Belirtmek
gerekir ki işçinin, sigorta bildirimi hiç yapılmamış veya tespit edilememişse 5
yıllık hak düşürücü süre mevcuttur. Dolayısıyla işçinin bir günlük dahi bir
sigorta bildirimi yapılmışsa burada 5 yıllık hak düşürücü süreden söz edilemez.
Bu durumda sigortalı gösterilmeyen günler için her zaman dava açılabilir. Tüm
bu açıklamalardan sonra belirtmek gerekir ki hizmet tespiti davası içerisinde
genellikle prime esas kazancın tespiti talep edilmektedir. Misalen Yargıtay 21.
HD E. 2014/3245 K. 2015/2326 T.
12.2.2015 tarihli kararında dava konusu olarak “Dava, davacının
25.7.2005-30.11.2005 tarihleri arasında davalı işyerinde geçen çalışmalarının
tespiti ile 25.7.2005-10.8.2012 tarihleri arasındaki sigorta primine esas
gerçek ücretlerinin tespiti istemine ilişkindir.” Şeklinde belirtilmiştir.
Görülmektedir ki aşağıda da açıklanacağı üzere hizmet tespiti ile prime esas
gerçek ücretlerinin tespiti birbiriyle bağlantılı ve bir bütün olarak
değerlendirilebilir.
Prime Esas Kazancın Tespiti
Prime
esas kazancın nasıl tespit edileceği ayrı bir önem taşımaktadır. Keza prime
esas kazancın olması gerekenden düşük olduğunu iddia eden sigortalı bu durumu
nasıl ispatlayabilecektir ? Söz gelimi asgari ücretin iki katı ücret alan bir
işçi, işveren tarafından hak ettiği ücretin asgari ücrete kadar olan kısmını
banka üzerinden, kalan kısmının ise elden verilmesi hususunu nasıl ispatlayabilecektir ?
Mahkemeler ve Yüksek Yargı bu durumun tespiti açısından birbirinden farklı içtihatlar
geliştirmişlerdir.
Yargıtay
10 Hukuk Dairesi 2016/ 10015 E., 2017/231 K. Nolu , ve 2016/9986 E., 2017/1683
K., 2.3.2017 T kararlarında prime esas kazancın tespitinde, prime esas kazançta
gerçek ücretin alınması gerektiğine işaret ederek bu ücretin sigortalının
kıdemi, yaptığı işin özelliği ve niteliğine göre ödenmesi gereken ücret
olduğunu, ancak çalışma olgusunun (yani hizmet tespiti) her türlü delille
ispatlanabilmesine karşılık ücretin ispatında bu denli bir serbestliğin söz
konusu olamayacağını belirtmiştir. (HMK madde 200) HUMK madde 288’deki belli
sınırları aşan ücretin yazılı delille ispat zorunluluğuna dair kanuni
düzenlemeye işaret ederek yazılı delil sınırını aşan ücretin (2020 yılı için
4.480,00 TL ) ancak aylık ücreti gösteren makbuzlar, banka kayıtları ticari
defterler, işçinin imzasını taşıyan ücret bordrosu gibi belgelere dayalı olarak
prime esas ücretin gerçek ücret olmadığının ispatlanabileceği; aksi takdirde
yazılı delil başlangıcı sayılabilecek belgelerin varlığı ( ses, görüntü, kayıt
vb. gibi senet niteliği taşımayan her tülü bilgi ve belge) ancak tanık
dinlenilmesinin mümkün olduğunun kabul edileceğini belirtmiştir.
Yine
mahkeme daha önce açtığı ücret alacağı davası esas alınarak hüküm
kurulamayacağını ifade ederek yerel mahkemenin kararını eksik inceleme
sebebiyle bozmuştur. Yine Yargıtay 21. HD
E. 2014/3245 K. 2015/2326 T. 12.2.2015 tarihli kararında “Nitelikli ve tecrübeli
bir işçinin, yaptığı işin özelliğine göre asgari ücret üzerinden ücret alması,
hayatın olağan akışına aykırıdır. Bu durumun belirlenmesi halinde, işveren
tarafından asgari ücret üzerinden düzenlenen belgelerin aksinin
kanıtlanamayacağı düşünülemez. Tespiti istenilen sürenin evvelinde ve
sonrasında beyyine başlangıç sayılabilecek ödeme belgeleri ve sair bu nitelikte
bir belge yoksa Hukuk Muhakemeleri Kanunun m.200 de yazılı sınırları aşan ücret
alma iddialarında yazılı delil aranmalı, bu sınırlar altında kalan ücret alma
iddialarında ücret miktarları tanıklardan sorulmak suretiyle sonuca
gidilmelidir.” Denilerek yazılı ispat sınırına işaret edilmiştir.
Söz
konusu mahkeme kararlarını ispat hususu konusunda isabetli bulmamaktayım.
Sosyal sigortaların işleyişinde prime esas kazancın öneminden yukarıda
bahsettiğim üzere söz konusu olgunun hizmet tespiti içerisine dahil olduğu
aşikardır. Keza hizmet tespiti ile hizmet karşılığı verilen ücret birbirinden
ayrılmaz bir bütün olarak değerlendirilmelidir. İşçinin hizmetinin bulunduğunun
tespiti gibi aldığı gerçek ücretin tespiti de hukuki bir vakıadır. Dolayısıyla
Yüksek mahkeme kararında işaret ettiği hüküm olan HMK madde 200 “Bir hakkın
doğumu, düşürülmesi, devri, değiştirilmesi, yenilenmesi, ertelenmesi, ikrarı ve
itfası amacıyla yapılan hukuki
işlemlerin… senetle ispat olunması gerekir.” Hükmü gereği sosyal
sigorta bağlamında işçinin alacağı olan ücretin değil prime esas kazancın
belirlenmesi söz konusudur. Dolayısıyla işçinin iş akdi dolayısıyla alacağı olan
ücretin hukuki işlemin ispatı kapsamında değerlendirileceği, ancak sosyal
sigorta bağlamında prime esas kazancın tespiti ise tamamen bir vakıa olaydan
ibaret olduğu açıktır. Neticede prime esas kazanca 5510 sayılı kanun madde 80
uyarınca iş akdinden bağımsız olarak işçinin her türlü istihkakının ve maddede
belirtilen diğer hususların esas alınacağı göz önüne alındığında, işçinin iş
akdi kapsamında ücreti olarak değerlendirilerek senetle ispat sınırı kapsamında
değerlendirilmesi hukuki açıdan hatalıdır. Öte yandan işçi-işveren ilişkisi
bağlamında zayıf durumda olan işçinin yukarıda belirttiğim üzere elden aldığı
parayı senetle ispat etmesi kendinden beklenilemez. Keza bu durum parayı veren
taraf işveren olduğundan dolayı hayatın olağan akışına aykırıdır. Dolayısıyla
somut durumu bu açıdan değerlendirmek hukuka olduğu gibi hakkaniyete de
aykırıdır.
Keza
görüşümüzle aynı doğrultuda Ankara Bölge Adliye Mahkemesi 11. Hukuk Dairesi,
2017/1227- 1268 Karara ekli karşı oy
yazısında özetle; “…Sigorta primine esas kazancın tespiti davasında, yapılacak
yargılama ve toplanacak deliller çerçevesinde iddianın kanıtlanıp
kanıtlanmadığı yönünde mahkemece takdire dayalı bir değerlendirme yapılması
mümkün ve bu bağlamda kazanç tespitine yönelik davada güçlü ve inandırıcı deliller
aranması mümkün ise de kazanç tespiti davasının “...yazılı delil
bulunmadığı...” gerekçesine dayalı olarak reddi mümkün olmadığı gibi; davacı
murisinin çalışmalarına yönelik ücret ödeme belgesi, muhasebe kayıtları, banka
ödemeleri ve benzeri yazılı delil olabilecek işlemleri yapma yetkisi işverende
iken ve işverenin de böyle bir belge düzenlemesi söz konusu olmayacağına göre
bu yönde bir belgeyi sunmasını davacıdan istemenin de çalışma hayatının akışına
uygun olmadığı açıktır. Somut olayda, davacının hizmeti Kuruma bildirilmemiş
olsaydı ve hizmet tespiti davası açmış olsaydı, her türlü delille kanıtlama
olanağı varken, bildirilmiş hizmetin alt başlıklarından birisi olan sigorta
primine esas kazancın yazılı belge ile kanıtlanmasını aramak bu davaların niteliğine
uygun bir yorum değildir. Öte yandan, sigorta primine esas kazancın dava
yoluyla tespiti istenebileceği gibi, Kurumun denetim ve kontrol ile görevli
memurlarınca yapılacak inceleme ve denetim esnasında sigorta primine esas
kazancın Kuruma eksik bildirildiğinin tespiti de mümkündür. Yasal dayanağı,
5510 sayılı Kanun’un 86’ıncı maddesinin 6’ıncı fıkrası olan bu işlem sonucunda,
işverence Kurum işleminin ve resen tahakkuk ettirilen primin iptali talebiyle
davalar açılmaktadır. Kurum işlemleri çoğu zaman belgeye dayanmamakta, kimi
zaman çalışanın niteliğine kimi zaman da çalışanların beyanlarına
dayanmaktadır. Sigorta primine esas kazancın kanıtlanmasında ilke olarak yazılı
belge aranır ise Kurum işleminin yazılı belgeye dayanmadığı hâllerde işverence
açılacak davanın başka bir araştırma yapılmadan kabulü gerekir. Sigortalının
işverene karşı açacağı davada yazılı belge aranmasına karşın, işverenin Kuruma
karşı açtığı davada sigorta primine esas kazancın her türlü delille
kanıtlanabileceği ve mahkemece gerçek kazancın tespiti yönünde bir araştırma
yapılmasının istenmesi çelişki teşkil eder. Sosyal güvenlik hukuku; kamusal,
vazgeçilemez, kanundan doğan niteliği gereğince kendiliğinden araştırma
ilkesine tabi bir hukuk alanı olup borçlar hukukunun genel ilkelerine göre
sonuca gidilmesi bu hukuk dalının amacına uygun olmayan sonuçları da
beraberinde getirecektir. Bu açıklamalar ışığında, mahkemece işyeri kayıtları
incelenmeli, bordro tanıkları dinlenmeli, emsal ücret araştırması yapılmalı ve
sonucunda davacının istemi hakkında olumlu veya olumsuz bir karar verilmelidir…”
şeklinde belirtilen karşı oy yazısına katılmakla birlikte karşı oy yazısında da
belirtildiği üzere emsal ücret araştırmasına değinmek istiyorum.
Sigortalının
prime esas kazancı öncelikle ; , Sosyal Güvenlik Kurumundan davacının sicil
dosyasıyla işyerine dair dönem bordrolarını getirtmek, yapılacak keşif ve
bilirkişi incelemesiyle işyerinin kapsam ve kapasitesini belirlemek,
gerektiğinde işverenin bordrolarında kayıtlı diğer işçilerin beyanına başvurmak,
işverenin yaptığı bildirimlerle çalışan işçilerin niteliklerini de
karşılaştırarak, işverenin çalıştırdığı işçilerin kıdem ve pozisyonuna göre
gerçek ücreti üzerinden bildirilip bildirilmediği üzerinde durmak, davacının
asgari ücretle çalışması olağan olmayan nitelikli bir işçi olup olmadığını,
nitelikli bir işte çalıştırılıp çalıştırılmadığını belirlemek, asgari ücretle
çalışmasının olağan olmadığı belirlendiği takdirde, işverenin aynı pozisyondaki
işçilere ödediği ücretlerin gerçeğe uygun olup olmadığını değerlendirmek, dönem
bordrosu bulunmayan tarihler yönünden ise Sosyal Güvenlik Kurumu, zabıta,
maliye, meslek odası aracılığı ve muhtarlık marifetiyle davalı işyerine komşu
işyerlerini tespit edip bu işyerlerinin uyuşmazlık konusu dönemde çalıştığı tespit
edilen kayıtlı çalışanları, yoksa işyeri sahipleri araştırılıp tespit edilerek
çalışmanın niteliği ile gerçek bir çalışma olup olmadığı saptandıktan sonra SGK
kayıtları ile uyumlu imzalı ücret bordroları, çifte bordro düzenlenmesi
hususları incelenmeli ayrıca sigortalının gerçek ücretine ilişkin her türlü
yazılı bilgi ve belge (örneğin, işverenin işçinin kredi çekmesi için gerçek
ücretini gösteren belgeler, işverenin sosyal medya hesaplarında belirttiği
hususlar, iş ilanlarındaki ücret miktarları, işyerinin internet sitesinde buna
ilişkin bilgi ve belgeler vs.) incelenmelidir. Tüm bu hususlar detaylıca
incelendikten sonra sigortalının varsa tanığı dinlenmelidir. Ancak sigortalının
tanığı da yoksa veyahut tatmin edici bilgi sunamıyor ve hükme esas delil teşkil
edecek nitelikte değilse ( sigortalıdan çok sonra işe girmesi, sigortalının
çalıştığı işyerinde çalışmaması, beyanlarının soyut ve ispatı mümkün olmaması,
beyanlarının malumu ilan kabilinde olması gibi ) sigortalının aldığı ücretin
hayatın olağan akışına aykırı olup olmadığı incelenmeli ve benzer işi yapan
işyerlerinden, gerektiğinde ilgili meslek odasından emsal ücret araştırması
yapılmalıdır. Emsal ücret araştırması yapılırken sigortalının iddiası üzerine
işyerinde uzun süre çalışan bir işçinin (örneğin 20 yıl) veyahut süre söz
konusu olmaksızın nitelikli ve tecrübeli bir işçinin, yaptığı işin özelliğine
göre prime esas gösterilen ücret (genelde asgari ücret) üzerinden ücret almasının
hayatın olağan akışına aykırı olduğu saptanmalıdır. Sonrasında sigortalının işi
ve işinin niteliği kapsamına göre işçi ve işveren kuruluşlarınca sigortalının
emsal olduğu işçinin aldığı ücret tespit edilmeli ve bununla beraber Yargıtayın
son kararlarında da değindiği üzere ( Yarg.22.HD. 2018/ 4660- 12778, Yarg.22HD.
2018/4867-10023, Yarg.22HD. 2017-9945/ 2018-4894 ) Türkiye İstatistik Kurumuna
başvurulmalıdır. Ancak TÜİK verilerinin gerçeği tam ve doğru bir şekilde
yansıtabilmesi için anılan işçi-işveren kuruluşlarının ilgili iş kollarında
ayrıntılı bir emsal ücret arşivi geliştirmeleri gerekmektedir. Bu hususta AKIN
“…Böylelikle hem kendi üyeleri için rekabet koşullarını değerlendirme imkânı
sağlayacak önemli bir veriyi kendilerine sunmuş hem de yargı makamlarını
böylesi önemli bir konuda aydınlatabilme imkânına kavuşmuş olurlar. Aynı türden
bir katkıyı Türkiye İstatistik Kurumundan da bekleyebilmek mümkündür. Gerçekten
de kurum, sahip olduğu alt yapısıyla ülke genelinde, iş kolu, bölge ya da
sözleşme türü gibi kriterle bir emsal ücret bilgi sitemi oluşturup tüm ilgililere
bu hizmeti sunabilir. Mahkemeleri emsal ücret tespitinde
başvurdukları sendikalar, üyelerinin ücret bilgileri konusunda bilgi sahibi
olmalarını sağlayacak bir altyapıya ve hukuki güvenliğe de kavuşturulmalı,
konunun kişisel verilerin korunması mevzuatı ile ilişkisi düzenlenmelidir.
Emsal
ücret tespitinde, sendikalı sendikasız ayrımı dikkate alınmalıdır.”[4]
Şeklinde belirttiği üzere TÜİK söz konusu emsal ücret araştırmasında güvenli ve
yararlı bir kaynak olabilecektir.
Sonuç
Anayasa'nın
12. maddesine göre; "Herkes kişiliğine bağlı, dokunulmaz devredilmez,
vazgeçilmez, temel hak ve hürriyetlere sahiptir.". Sosyal güvenlik hakkı,
bireylerin geleceğe güvenle bakmalarını sağlayan ve bu şekilde bireylerin maddi
ve manevi bütünlüğünü koruma ve geliştirmesi dolayısıyla en temel insan
haklardan olan yaşam hakkının yansıması niteliğinde olan bir insan hakkıdır.
Nitekim bireyler sosyal güvenlik hakkının tesisi ile birlikte bireylerin
belirli sosyal risklerden korunması ve bu risklere, örneğin; yaşlılık,
hastalık, iş kazası, meslek hastalığı, ölüm gibi rizikolara karşı teminat
niteliğindedir. Aynı zamanda "sosyal güvenlik, sosyal hukuk devleti
içerisinde yer alan ve bu ilkeyi oluşturan temel kavramlardan birisidir".
Bu esası göz önüne alan anayasa koyucu "Sosyal ve Ekonomik Haklar ve
Ödevler" başlığı altında sosyal güvenlik hakkını da düzenlemiş ve 60.
madde ile "Herkes sosyal güvenlik hakkına sahiptir. Devlet, bu güvenliği
sağlayacak gerekli tedbirleri alır ve teşkilatı kurar" hükmünü
getirmiştir. Bu iki hüküm birlikte değerlendirildiğinde, sosyal güvenlik
hakkının kişiye sıkı sıkıya bağlı dokunulmaz ve vazgeçilemez bir hak olduğu
sonucuna ulaşılmaktadır.[5]
Dolayısıyla temel insan hakları ile bu kadar ilişkili olan bir hakkın tam
olarak tesisi ancak belli kurallar silsilesinin gerçekleşmesiyle kaim olur.
İşte bu kurallardan biri de sigortalılığın tespiti ve bununla birlikte
sigortaya esas alınacak prime gerçek esas kazancın tespitidir. Dolayısıyla bu
hakkın tesisi kamu düzenini ilgilendirir. Bu bağlamda yukarıda da belirttiğim
üzere hukuki vakıa/hukuki işlem olgusu bir yana Yargıtay içtihatlarınca kabul
edilen hizmet tespitinin her türlü delille ispatlanabilmesine karşın prime esas
gerçek ücretin yasal ispat sınırına takılması birbiriyle çelişmektedir. Nitekim
sosyal sigorta sisteminin ödenecek olan primlerle sağlanmak istenen menfaati
gerçekleştireceği dikkate alındığında primin eksik yatırılması sonucu prime
esas ücretin düşük gösterilmesiyle sigortalı, söz konusu sosyal sigorta
haklarından yararlanma kapasitesi düşecek ve buna bağlı olarak bir insan hakkı
ihlali gerçekleşecektir. Dolayısıyla sosyal sigorta ilişkisi bağlamında hizmet
tespiti gibi prime esas gerçek kazancın tespiti de her türlü delille
ispatlanabilmedir. Söz konusu uyuşmazlıkların mahkeme önüne gelmeden
çözümlenebilmesi için caydırıcı cezalar öngörülmüştür. Her ne kadar söz konusu
hukuka aykırılıkların önlenmesi amacıyla 5510 sayılı kanun m.102 de belirtilen
idari para cezaları[6]
etkin bir şekilde uygulansa da ülkemiz şartları göz önüne alındığında bu para
cezalarının caydırıcı niteliğinin olduğu aşikar olmakla beraber sosyal güvenlik
hakkını, yukarıda belirtildiği üzere bir insan hakkı olması hasebiyle daha
etkin şekilde koruyacak düzenlemeler yapılmalıdır. Bilhassa Sosyal Güvenlik
Kurumunca teftiş ve denetimlerin daha sık yapılması, yalnız işverenler
bağlamında değil işçilerle de olmak üzere iletişimin sağlanması ve karşılıklı
bilgi alışverişinin tesisi sağlanmalıdır. Bu kapsamda işçilere var olan hakları
konusunda bilgilendirmeler yapılmalıdır. Özellikle sendikalar bağlamında bu
hususu uygulamak çok daha mümkün gözükmektedir. Nitekim örgütlü olarak
güçlerini birleştiren işçi toplulukları ile SGK’ nın bilgi alışverişi
sağlanmalı ve işçilerle işbirliği içinde denetim ve teftiş gerçekleştirilerek
söz konusu hukuka aykırılıklar daha meydana gelmeden önlenmelidir. Nitekim
caydırıcı nitelikte olan cezalar hukuka aykırı sonucun meydana gelmesinden
sonra uygulanırken teftiş ve denetim suretiyle yapılacak tatbikatlar daha
hukuka aykırılık meydana gelmeden gerçekleştirilecektir.
KANUNİ MÜMESİLLERİN VERGİ SORUMLULUĞUNUN
SINIRLANDIRILMASI
*Ali Fuat ÇİÇEKLİ
Giriş
Devlet
harcama yapabilmek için gelire ihtiyaç duyar. Bu gelir çoğu zaman vergi adı
altında elde edilir. Devlet gelirini sağlamak için toplayacağı vergileri en
güvenli olacak şekilde nasıl alabiliyorsa o yola başvurur. Bu güvenli yollardan
biri de mevcut mevzuatımızda düzenlenmiş olan kanuni temsilcilerin vergi
sorumluluğudur. Uygulamada ve doktrinde devletin, alacağı olan vergiden, kanuni
temsilciyi sorumlu tutarak tahsile geçtiğinde, kanuni temsilcinin vergi
borcundan sorumlu olup olmayacağı, olacaksa ne kadarından sorumlu olacağı
konuları oldukça tartışılmaktadır. Keza kanuni temsilci, kendisinin gerçekleştirmediği
vergiyi doğuran olayın sonuçlarından sorumlu tutulmaktadır. Bu ise Anayasa
madde 35’ te düzenlenmiş olan mülkiyet hakkıyla doğrudan ilişkilidir.
Dolayısıyla kanuni temsilcilerin sorumluluğunun belli ölçüde sınırlandırılması
ve bir kalıba bağlanması gerektiği göz ardı edilmemelidir. Bu konuda zaten var
olan kanuni düzenlemeler, gelişen sosyal, teknolojik ve ekonomik koşullar göz
önüne alınarak Verginin yasallığı/kanuniliği ilkesi çerçevesinde daha kazüistik
olarak oluşturulmalı, böylece kanuni temsilcilerin sorumluluğunun kapsamı
hiçbir kuşkuya mahal vermeyecek şekilde açıkça belirlenerek hukuki güvenlik ve
hukuki öngörülebilirlik sağlanmalıdır. Bu çerçevede işbu çalışmada belli başlı
hususlar vurgulanarak, olan hukuk ( de lege lata ) ve olması gereken hukuk ( de
lege ferande ) bağlamında kanuni temsilcilerin vergi sorumlulukları
incelenmiştir.
Vergiyi Doğuran Olay, Mükellef ve Vergi Sorumlusu
Vergi,
devletin gerçek ve tüzel kişilerden kamu hizmetlerini karşılamak amacıyla
topladığı paralardır. Anayasa’nın 73. Maddesinde belirtildiği üzere “Herkes,
kamu giderlerini karşılamak üzere, mali gücüne göre, vergi ödemekle yükümlüdür.”
Dolayısıyla herkes Anayasa gereği vergi vermekle yükümlüdür. Kural olarak kimse
vergi vermekten kaçınamaz. Verginin konusunu vergi borcunun doğumuna neden olan
ekonomik unsurlar oluşturmaktadır. 3317 sayılı Vergi Usul Kanunu madde 19’ da
belirtildiği üzere “Vergi alacağı, vergi kanunlarının vergiyi bağladıkları
olayın vukuu veya hukuki durumun tekemmülü ile doğar. Vergi alacağı mükellef
bakımından vergi borcunu teşkil eder.” Vergi alacağının borçlusu mükelleftir.
Mükellef ise vergi kanunlarına göre kendisine vergi borcu terettübeden gerçek
veya tüzel kişidir. Yani vergiyi doğuran olayı gerçekleştiren gerçek veya tüzel
kişilerdir. Kanunda vergi dairesi ile muhatap olma kısmı ayrıca düzenlenmiştir.
Şöyle ki kanun koyucu, zamanında ve yerinde tahsil edilmesinde üstün kamu
yararı olduğu düşüncesi ile vergi ve diğer amme alacakları için ayrıcalıklı
düzenlemeler öngörmüştür. Bu düzenlemelerden biri de, vergiyi doğuran olay
kendi şahsında gerçekleşmemesine rağmen vergi mükellefi ile hukuki veya
ekonomik ilişki içinde olan üçüncü kişilerin vergi mükellefinin vergilendirme
ile ilgili maddi ve/veya şekli ödevlerini yerine getirmesi bakımından vergi
idaresine karşı muhatap tutulmasını sağlayan vergi sorumluluğu müessesesidir.[7]
Vergi sorumlusu VUK madde 8’e göre “ Verginin ödenmesi bakımından, alacaklı
vergi dairesine karşı muhatap olan kişidir.”
Vergi Mevzuatında Kanuni Mümessiller
Konunun
daha iyi anlaşılması için yapılan genel açıklamalardan sonra kanuni
temsilcilerin vergi sorumluluğuna gelirsek, bu husus VUK madde 10 ve 2481
sayılı Amme Alacaklarının Tahsili Usulü Hakkında Kanun mükerrer madde 35’ te
düzenlenmiştir. VUK madde 10 gereği “Tüzel kişilerle küçüklerin ve
kısıtlıların, Vakıflar ve cemaatler gibi tüzel kişiliği olmayan teşekküllerin
mükellef veya vergi sorumlusu olmaları halinde bunlara düşen ödevler kanuni
temsilcileri, tüzel kişiliği olmayan teşekkülleri idare edenler ve varsa
bunların temsilcileri tarafından yerine getirilir.” Esasında kanuni
temsilcilerin ödevleri mükellef veya vergi sorumlusunun ödevlerinden başka bir
şey değildir. AATUHK m 35’ te ise “Tüzel kişilerle küçüklerin ve kısıtlıların,
vakıflar ve cemaatler gibi tüzel kişiliği olmayan teşekküllerin mal varlığından
tamamen veya kısmen tahsil edilemeyen veya tahsil edilemeyeceği anlaşılan amme
alacakları, kanuni temsilcilerin ve tüzel kişiliği olmayan teşekkülü idare
edenlerin şahsi mal varlıklarından bu Kanun hükümlerine göre tahsil edilir.”
Şeklinde belirtildiği üzere kanun metni göz önüne alındığında bu sorumluluğun
doğması, yalnızca amme alacağının asıl borçlunun malvarlığından tamamen veya
kısmen tahsil edilememiş olması veya tahsil edilemeyeceğinin anlaşılması
durumlarından birinin gerçekleşmesi şartına bağlanmıştır. Yani bu kanunun
uygulanması tahsil edilememe hükmüne bağlanmış olup tali nitelikte bir
hükümdür.
Çeşitli Mevzuatlarda Kanuni Mümessiller
Kanuni
temsilcilerin sorumluluğunu açıklamadan önce VUK ve AATUHK’ da
belirtilmediğinden dolayı tek tek kanuni temsilcileri saptamak gerekir.
1) Küçükler
ve Kısıtlıların Kanuni Temsili : Medeni Kanun madde
14 vd. gereği “Ayırt etme gücü bulunmayanların, küçüklerin ve kısıtlıların fiil
ehliyeti yoktur. Kanunda gösterilen ayrık durumlar saklı kalmak üzere, ayırt
etme gücü bulunmayan kimsenin fiilleri hukukî sonuç doğurmaz. Ayırt etme gücüne
sahip küçükler ve kısıtlılar, yasal temsilcilerinin rızası olmadıkça, kendi
işlemleriyle borç altına giremezler.” Buna göre kanuni temsilcilere, küçükler
ve kısıtlılar adına medeni hakları kullanma selahiyeti verilmiştir. Yine Medeni
Kanuna göre bu kişiler veli, vasi ve kayyımdır.
2) Tüzel
Kişilerin Temsili:
Tüzel
kişilerde kanuni temsilci, ilgili tüzel kişiliğe ilişkin hükümlerin bulunduğu
kanunlar gereğince, tüzel kişiliği yönetim hakkına ve temsil yetkisine sahip
kişi veya organlardır. Tüzel kişilerin kanuni temsilcileri
ise müdürler ile yönetim kurullarıdır. Sözgelimi ; Anonim şirketler, yönetim
kurulu tarafından; Kooperatif teşekküller, yönetim kurulu tarafından; Komandit
şirketler, komandite ortak tarafından; Limited şirketler, müdürleri tarafından;
Dernekler ve tesisler, yönetim kurulu tarafından temsil edilirler.[8]
3) Tüzel Kişi Olmayan Teşekküllerin Temsili:
Tüzel kişiliği olmayan Vakıflar ve cemaatler mütevellileri tarafından adi
şirketler ise aksi kararlaştırılmadıkça tüm ortakları tarafından temsil
olunurlar.
Kanuni Mümessillerin Vergi Sorumluluklarının Kapsamı
Kanuni
temsilciler saptandığına göre sorumluluklarına, sorumluluklarının kapsamına ve
sınırlandırılmasına geçebiliriz. VUK madde 10’ da öngörülen kanuni temsilcinin
sorumluluğu, yükümlü olduğu vergi aslı ile bunun fer’ileri ile sınırlıdır.
Dolayısıyla vergi suç ve cezalarından sorumluluk suç ve cezaların şahsiliği
ilkesi kapsamında VUK m. 332’ de veli, vasi ve kayyımların vergi kanunlarına
aykırı hareketlerinden dolayı kendilerinin bizzat cezanın muhatabı olması
şeklinde düzenlenmiştir. Ancak tüzel kişilerde VUK m. 333’ de “Tüzel kişilerin
idare ve tasfiyesinde Vergi Kanununa aykırı hareketlerden tevellüt edecek vergi
cezaları tüzel kişiler adına kesilir.”
Şeklinde düzenlenmiştir. Dolayısıyla tüzel kişiler açısından Vergi Usul
Kanunu’nun 10. maddesinde öngörülen kanuni temsilcinin sorumluluğu, vergi aslı
ile buna bağlı alacaklar yanında vergi kabahatlerinden doğan para cezalarını da
kapsamaktadır. Ancak kanuni temsilci, VUK m.10/2-3 ve AATUHK mm.35/4 gereği ödediği
vergi ve buna bağlı alacaklar için asıl borçlu olan tüzel kişiye rücu hakkı
saklı iken ödediği vergi cezaları bakımından böyle bir imkana sahip değildir.
Rücu imkanının bu vergilerin temsilcilerin kendi kişisel borçları olmadığı için
kabul edildiği anlaşılmaktadır. Ancak kanımca tüzel kişileri sevk ve idare etme
yetkisine sahip olan kanuni temsilcilerin bu fiillerinden sorumlu olmaları
gereğinden hareketle Ticaret hukukunda kabul edildiği üzere tüzel kişiliğin
paravan olarak kullanılması halinde Tüzel Kişilik Perdesinin Kaldırılması
yönteminin kıyasen vergi hukukuna da uygulanmasıyla kendi fiilleri nedeniyle
doğan vergi kabahatlerinden sorumlu olması gerektiği kanaatindeyim. Aksi
takdirde sui niyetle tüzel kişilik kullanılarak vergi sorumluluğu
dolanılabilmekte, çeşitli şekli/maddi ödevlerin yerine getirilmemesi
dolayısıyla uygulanan yaptırımlar amacına ulaşamamaktadır. Yine VUK madde 333/3’te bu kanunun 359. maddesinde
yazılı fiillerin işlenmesi halinde bu fiiller için öngörülen cezaların bu
fiilleri işleyenler hakkında hükmolunacağı ifade edilmiştir. Anlaşılacağı
üzere, kanun koyucu bu son hususta da cezaların şahsiliği ilkesine riayet
etmiştir.
Vergi Sorumluluğunun Sınırlandırılması
Görüldüğü
üzere kanuni temsilcilerin sorumluluğu –
veli, vasi ve kayyımlar hariç olmak üzere – temsil yetkisi kapsamında şekillenmektedir. O
halde vergi sorumluluğundan doğan yükümlülükleri temsil yetkisi bağlamında
incelemek gerekir. Tüzel kişilerde :
Anonim
şirketlerde temsil yetkisinin yönetim kurulu tarafından kullanıldığını
belirtmiştik. 6102 sayılı Kanunun 359 uncu maddesi gereğince Yönetim kurulu
kişi-organ niteliğinde ise şüphesiz o kişi şirketi temsil ve ilzama yetkili
olduğundan dolayı vergi borcundan sorumlu olacaktır. Ancak Yönetim kurulu
birden fazla kişiden oluşmakta ise vergi borcundan sorumluluk üyeler arasında
bölünebilir mi ? 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu’nda yönetim hakkı ile temsil
yetkisini birbirinden ayırarak 367 nci maddesinde yönetimin devri konusu 370
inci maddesinde ise şirketin temsil yetkisi düzenlenmiştir. Temsil Yetkisi
başlığını taşıyan 370. maddede;
- Esas sözleşmede aksi öngörülmemiş
veya yönetim kurulu tek kişiden oluşmuyorsa temsil yetkisinin çift imza
ile kullanılmak üzere yönetim kuruluna ait olduğu,
- Yönetim kurulunun, temsil yetkisini
bir veya daha fazla murahhas üyeye veya müdür olarak üçüncü kişilere
devredilebileceği, bu durumda da en az bir yönetim kurulu üyesinin temsil
yetkisini haiz olması gerektiği,
belirtilmiştir.
Dolayısıyla temsil yetkisinin bölünebilmesi imkanı dolayısıyla şirketler vergi
borcundan sorumlu temsilcileri belirtebilirler. Belirtmemeleri halinde Danıştay
içtihatlarında kamu kurumları karşısında temsil ve ilzama yetkili üyenin vergi
borcundan sorumlu olacağını kabul etmiştir. Kamu kurumlarına karşı temsil
hususu VUK m.8/2 gereği vergi dairesine karşı sorumlu olmayı işaret eder. Öte
yandan murahhas üyenin tespitinde her bir yönetim kurulu üyesine belirli bir
görev verilmesi dolayısıyla her birinin kendi alanlarında temsil ve ilzama
yetkili olmaları durumunda spesifik olarak vergi borcundan sorumlu olan üyenin tespit
edilememesi durumunda tüm üyelerin sorumluluğundan söz etmek gerekir. Ancak
yönetim kurulu üyelerinin her birinin belli başlı görevi bulunmakla beraber
belli bir görevi bulunmayan üyelerin yönetim kurulunun genel işleyiş ve
nizamını dolayısıyla şirket borçlarını denetlemekle görevli üye kabul edilmesi
ve vergi borcundan sorumluluğun bu üyeye yüklenilmesi gerektiği kanaatindeyim.
Dolayısıyla Kanunun 370 ve müteakip maddelerine göre temsil yetkisi murahhas
azalara veya müdür olarak üçüncü kişilere bırakılmamış ise, tüm yönetim kurulu
üyelerinin kanuni temsilci sıfatını taşıdığı kabul edilecektir. Fakat şirket
temsil salahiyeti murahhas üye veya üyeler ile müdür olarak üçüncü kişilere
bırakılmış ise amme alacağının bunlardan takip ve tahsiline gidilmesi, diğer
yönetim kurulu üyeleri hakkında işlem yapılmaması gerekmektedir. Sözgelimi
vergi borcundan sorumluluk temsil yetkisinin devri ile gerçekleşebilmektedir.
Limited
şirketlerde de anonim şirketlerle benzer düzenlemeler bulunmaktadır.
Aralarındaki göze çarpan tek fark yönetim kurulu üyelerinin müdür olarak
düzenlenmesidir.
Dernekler’de
yönetim kurulu TMK madde 85 gereği “Yönetim kurulu, derneğin yürütme ve temsil
organıdır; bu görevini kanuna ve dernek tüzüğüne uygun olarak yerine getirir.
Temsil görevi, yönetim kurulunca, üyelerden birine veya bir üçüncü kişiye
verilebilir.” Dolayısıyla temsil görevinin devri dolayısıyla vergi
sorumluluğunu üstlenecek yönetim kurulu üyesi belirlenebilir veya bu sorumluluk
üçüncü bir kişiye devredilebilir.
Adi
şirketlerde temsil 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu madde 637’ de
düzenlenmiştir. Söz konusu hükme göre “Kendi adına ve ortaklık hesabına bir
üçüncü kişi ile işlemde bulunan ortak, bu kişiye karşı bizzat kendisi alacaklı
ve borçlu olur. Ortaklardan biri, ortaklık veya bütün ortaklar adına bir üçüncü
kişi ile işlem yaparsa, diğer ortaklar ancak temsile ilişkin hükümler uyarınca,
bu kişinin alacaklısı veya borçlusu olurlar. Kendisine yönetim görevi verilen
ortağın, ortaklığı veya bütün ortakları üçüncü kişilere karşı temsil etme
yetkisi var sayılır. Ancak, temsil yetkisine sahip yönetici ortağın yapacağı
önemli tasarruf işlemlerine ilişkin yetkinin, bütün ortakların oybirliğiyle
verilmiş olması ve yetki belgesinde bu hususun açıkça belirtilmiş olması
şarttır.” Görüldüğü üzere kendisine yönetim görevi verilen ortak ortaklığı
temsil ve ilzama yetkilidir. Aksi takdirde tüm ortaklar oybirliği ile ortaklık
adına işlem tesis edebilirler. Ancak temsil ve ilzam yetkisi yönetici ortağa
devredilse bile tüm ortaklar, TBK m 638/3’ te “Ortaklar, birlikte veya bir
temsilci aracılığı ile, bir üçüncü kişiye karşı, ortaklık ilişkisi çerçevesinde
üstlendikleri borçlardan, aksi kararlaştırılmamışsa müteselsilen sorumlu
olurlar.” hükmü gereği aksi kararlaştırılmadıkça müteselsilen sorumludurlar.
Sonuç
olarak Vergi Usul Kanunu’nun 10. maddesinde düzenlenen kanuni temsilcilerin
sorumluluğunun kapsamı, kural olarak vergi alacakları ile vergiye bağlı
alacaklar ve vergi cezaları ile sınırlıdır. Aynı maddenin ikinci fıkrasında “Yukarıda
yazılı olanların bu ödevleri yerine getirmemeleri yüzünden mükelleflerin veya
vergi sorumlularının varlığından tamamen veya kısmen alınmayan vergi ve buna
bağlı alacaklar, kanuni ödevleri yerine getirmeyenlerin varlıklarından alınır.”
Hükmümden anlaşılacağı üzere kanuni temsilcinin sorumluluğu, kendisine
yüklenilen ödevleri yerine getirmemesi dolayısıyla kendi kusuruyla doğmaktadır.
Hukukta kural kusur sorumluluğudur. Kusursuz sorumluluk ancak kanunla açıkça
belirlenmelidir. Dolayısıyla kanuni temsilcilerin sorumluluğu bu bağlamda ele
alınmalıdır. Bu bağlamda kanuni temsilci “kimse kendi kusurundan yararlanamaz
ilkesi” gereği kusuru olmadığı halde sırf kanuni temsilci niteliği dolayısıyla
sorumlu olmamalıdır. Görüldüğü üzere eksiklikler olmakla beraber mevcut yasal
düzenlemelerimiz kusurlu sorumluyu tam olarak tespit etmek için çeşitli
yöntemler geliştirmiş ve sorumluluğun genişlemesinin önüne geçmek istemiştir.
Söz gelimi kanunda temsil ve ilzam yetkisinin bölünebilmesi, içtihatlarla
temsilciler arasında kamu kurumlarına karşı temsil yetkisine sahip kişinin
sorumlu olması, kendisine hiçbir görev verilmeyen murahhas üyenin sorumluluğu
gibi hususlar düşüncemizi desteklemektedir. Nihayetinde sosyal, ekonomik ve
teknolojik gelişmeler bağlamında oluşan olgular kapsamında giriş bölümünde
bahsettiğim üzere kanuni temsilcilerin sorumluluğunun yasal mevzuatımızda
ayrıntılı olarak yeniden düzenlenmesi gerektiği kanaatindeyim.
MASUMİYET/SUÇSUZLUK KARİNESİ TEMELİNDE AİHM’İN
20/02/2020 TARİHLİ KREBS V ALMANYA KARARI
*Ali Fuat ÇİÇEKLİ
Hukuki
bir uyuşmazlık veya ihtilaf içinde olduğumuzda en çok ihtiyaç duyduğumuz şey
adaletin tesisidir. Hukuk, adil bir şekilde insanların hak ve sorumluluklarını
belirliyor ve dağıtıyorsa kendi görevini ifa etmiş demektir. Hukukun görevini
gereği gibi yerine getirmesi için belli başlı temel unsurların yerini almış
olması gerekmektedir. Bu temel unsurlar arasında Adil Yargılanma Hakkı, Silahların
Eşitliği İlkesi ve Masumiyet Karinesi gibi hukukun temel ilkeleri
sayılabilecek kavramlar öne çıkmaktadır. Bu kavramlar hak ve nesafet temelli
olduklarından aynı zamanda Temel Hak ve
Özgürlükler kapsamındadırlar. Bu ilkeler isim olarak hukukla beraber var
olmakla birlikte, tarihin seyri neticesinde yaşanan süreç boyunca kendisini
açıklattırma, anlamlandırma ihtiyacı hasıl olmuş ve bu temel ilkeler sürekli
tartışılan ve adeta hiçbir zaman kendisini tam anlamıyla gerçekleştirememiş,
daima ilke olarak kalmış, sözgelimi pozitif hukukta tam anlamıyla karşılık
bulamamıştır. Sonuçta bu kavramların tarihi çok eski olmasına rağmen günümüzde,
bu ilkelere dayanan uyuşmazlıklar ortaya çıkmakta ve halen bu ilkelerin ihlal
edilmesiyle temel hak ve özgürlükler tehlike altına girmektedir. Bu çalışmada
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) güncel tarihli kararları arasından AİHS madde 6 ile bağlantılı olan 20
Şubat 2020 tarihli KREBS / ALMANYA DAVASI[9]
incelenecek ve bu bağlamda adil yargılanma hakkı kapsamında masumiyet karinesi
tartışılacaktır.
Adil
yargılanma hakkı, tarih boyunca var olduğu gibi günümüzde de ulusal/uluslararası
anlamda yazılı metinlerde kendine yer bulmaktadır. Adaletin tesisinin
sağlanabilmesi için olmazsa olmaz (sine
qua non) öncelikli şart, adil yargılanma hakkının muhataplarına
sağlanmasıdır. Anayasa madde 90/5
gereği “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin
milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi
nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas
alınır.” Bu bağlamda ülkemiz tarafından kabul edilen Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) madde 6’ da
“1.
Herkes davasının, medeni hak ve yükümlülükleriyle ilgili uyuşmazlıklar ya da
cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamaların esası konusunda karar verecek
olan, yasayla kurulmuş, bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından, kamuya
açık olarak ve makul bir süre içinde görülmesini isteme hakkına sahiptir. Karar
alenî olarak verilir. Ancak, demokratik bir toplum içinde ahlak, kamu düzeni
veya ulusal güvenlik yararına, küçüklerin çıkarları veya bir davaya taraf
olanların özel hayatlarının gizliliği gerektirdiğinde veyahut, aleniyetin adil
yargılamaya zarar verebileceği kimi özel durumlarda ve mahkemece bunun
kaçınılmaz olarak değerlendirildiği ölçüde, duruşma salonu tüm dava süresince
veya kısmen basına ve dinleyicilere kapatılabilir.
2.
Bir suç ile itham edilen herkes, suçluluğu yasal olarak sabit oluncaya kadar
masum sayılır...”
Şeklinde
adil yargılanma hakkı hüküm olarak sözleşmede yer almıştır. AİHS madde 6/1’ de
adil yargılanma hakkı (Fair trial) , 6/2’ de masumiyet karinesine (presumption
of innocence) , yer verilmiştir. Yine T.C
Anayasası madde 36’ da “Herkes,
meşrû vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı
veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.”
şeklinde belirtildiği üzere adil yargılanma hakkına işaret edilmiştir. Yine Anayasa
madde 38’ de “Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz.” Şeklinde masumiyet karinesine, AİHS’ de olduğu gibi hüküm kesinleşinceye
kadar masum sayılır dememiş suçlu sayılmaz diyerek dikkat çekilmiştir. Bu düzenlemenin Türk hukuk sistemine de uygun
olduğunu söylemek gerekir. Keza Cezai anlamda bir soruşturma(Ceza Muhakemeleri
Kanunu md.2/1.e) veyahut kovuşturma(CMK md.2/1.f) altında bulunan şüpheli(CMK
md.2/1.a) yada sanığın(CMK md.2/1.b) durumu, isimlendirmede ana belirleyicidir.
Şüpheli veya sanık hakkında henüz mahkeme hükmü ile kesinleşmiş bir mahkûmiyet
bulunmadığından suçlu değildir ancak böylesi bir ceza muhakemesine uğramamış
kişi ile aynı durumda da değildir. Yani ortada halel görmemiş bir
“masumiyet/masumluk” bulunmamaktadır. Buna göre şüpheli veya sanık; uç
noktaları suçluluk ile masumluk olan bir doğruda ara yerde bulunmaktadır. Bu
itibarla mevcut durumu en iyi özetleyecek tabir “suçsuzluk”tur.[10]
Aynı şekilde soruşturma ve kovuşturma aşamalarında çeşitli koruma tedbirlerine
( arama, elkoyma, gözaltı, tutuklama, yakalama vs ) başvurulabilmesi şüpheli/sanık
hakkında bu denli ağır koruma tedbirlerinin uygulanması masumiyet varsayımına
göre hukuka aykırılık yaratacaktır. Bu doğrultuda söz konusu ilkeye masumiyet
karinesinden ziyade suçsuzluk karinesi demek daha doğru bir yaklaşımdır.
Bu
iki ilke (adil yargılanma hakkı ve suçsuzluk karinesi ) birbiriyle bağlantılı
olmakla birlikte her biri birbirinden ayrı olup adil yargılanma hakkı üst
başlığı olarak değerlendirilmektedir. Adil yargılanma hakkı en temel manada, davanın
makul bir süre içerisinde, bağımsız ve tarafsız bir mahkemede, hakkaniyete
uygun bir biçimde ve kamuya açık olarak görülmesi anlamına gelir. Dolayısıyla
suç işlemekle itham edilen kişinin yargılanmasının adil bir şekilde yapılması
halinde suçlu olup olmadığı ortaya çıkacaktır. Bu anlamda eğer adil yargılanma
hakkı tam olarak sağlanamazsa masumiyet karinesinin kendi başına bir etkisi
olmayacak, davalar uzun yıllar sürerek sürüncemede bırakılacak, sonucunda
bağımsız ve tarafsız olmayan bir mahkeme ise önyargı ve peşin hükümle karar
verecek, esasında en baştan itibaren hakkaniyete aykırılık oluşacaktır.
Masumiyet
karinesi, en geniş anlamda “Bir suçtan dolayı soruşturulan veyahut kovuşturulan
kişinin mahkeme kararıyla kesin biçimde suçlu sayılıncaya kadar suçlu
sayılmamasını ifade eder.”[11]
Bu karine maddi gerçeğe ulaşma amacı olan ceza muhakemesinin, yargılama
faaliyetinde bulunurken kişinin suçlu olmadığı ön kabulü ile kişiyi
değerlendirmesidir. Masumiyet ( Suçsuzluk ) karinesi ceza hukukuna çeşitli
açılardan etkide bulunmuş ve tarihsel süreç içerisinde yasal mevzuatlarda yerini
almıştır. Evrensel bir ilke olan masumiyet karinesi kendi başına kavramsal
olarak yukarıda belirttiğim gibi ulusal/uluslararası düzenlemelerde yer aldığı
gibi bu ilke temelinde haklar, ölçütler türetilmiş ve geliştirilmiştir.
Sözgelimi ispat yükünün iddia makamına düşmesi, susma hakkı, şüpheden sanık
yararlanır ilkesi gibi suç isnat edilen kişiye yönelik olmak üzere insan
onurunu koruyan usul ve sistemler oluşturulmuştur. Suçsuzluk karinesinin var
olmasındaki temel gaye yargılama sürecinin, soruşturma ve kovuşturma
aşamalarının iç, dış vs. tüm etkenlerden uzak, sıhhatli bir şekilde
yürütülmesiyle adil bir yargılama sonucu adaletin yerini bulmasıdır. Öte yandan
söz konusu karine ile birlikte, toplum ve kamuoyu nezdinde şüpheliyi suçluluğu
sabit olmadan suçlu gibi sunmanın önüne geçilmektedir. Suçsuzluk karinesi
üzerine tarih boyunca yüzlerce, belki de binlerce yazı yazılmış, üzerinde
tartışılmış, kritik yapılmıştır. Bu açıdan ben, bu yazıda zaten var olan
bilgilerden vareste olarak günümüzde gerçekleşmiş somut olaylar, olgular
açısından bu ilkenin yansımalarını, olması gerekeni açıklamayı daha yararlı
bulduğum için somut ve güncel bir karar olan 20 Şubat 2020 tarihli AİHM’ in
Krebs ve Almanya arasında karara bağladığı davayı suçsuzluk karinesi ile yakından
bağlantılı olduğu için değerlendirme gereği duydum.
Davayı
kısaca özetlemek gerekirse, Reiner Krebs ( Başvuran ), 9 Ağustos 2010 tarihinde
Alman Weiden Bölge Mahkemesi tarafından, sahte bir isim altında internet
üzerinden belge ve hizmetler sipariş ettiği ve ödeme için başka bir kişinin
banka hesabı bilgilerini verdiği tespit edilerek veri sahteciliği ile
bağlantılı dolandırıcılık suçundan mahkum edildi. Başvuranın yeniden teklif
verme olasılığına ilişkin prognoz (bir hastalığın seyri hakkında tahmini ve iyileşme
şansı olup olmadığının tespiti) istenmediği için ceza şartlı tahliyede askıya
alınmadı. Başvuranın geçmişte benzer suçlardan hüküm giydiği ve daha önceki bir
mahkumiyet sonucu denetimli serbestlik sırasında dolandırıcılık ve sahteciliği
işlediği dikkate alındığı Savcılık tarafından belirtilmiştir. Hem Şubat 2011’
de ve hem de Nisan 2011' de ayrı ayrı olmak üzere, birçok kişi ve kuruluşun,
başvuranın dolandırıcılık suçunu işlediği iddiasıyla savcılığa suç duyurusunda
bulunmasının akabinde başvurana karşı yeni ceza davaları açıldı. 17 Haziran
2011'de polis başvuranın evini aradı ve yeni suçlamalarla ilgili kanıtlar ele
geçirdi. 7 ve 21 Haziran 2011 tarihinde Weiden Bölge Mahkemesi temyiz
davalarında sözlü duruşmalar düzenledi. Bu duruşmalarda mahkeme, ayrıca yeni cezai
soruşturmalardan sorumlu olan polis memuru P.'nin tanık olarak ifadesini dinledi.
P., yeni suçlamalarla ilgili özellikle sahte bir kimlikle çevrimiçi olarak
sipariş edilen ürünlerin ev araması sırasında başvuranın dairesinde ele
geçirildiğini belirtti. Mahkeme dolandırıcılık ve sahtecilik için ilk
mahkumiyetini takiben ceza ile ilgili kanıtları değerlendirirken, önceki
mahkumiyet kararına atıf yaparak :
"Temyiz
mahkemesinin, sanığın 9 Ağustos 2010 tarihinde ilk derece mahkemesinin mahkumiyet
kararından sonra dolandırıcılık suçunu daha sonra da işlediğine ilişkin şüphesi
bulunmamaktadır. Bu, sanığa karşı cezai soruşturma yürüten [polis memuru] P.
tarafından verilen güvenilir tanık ifadesinden kaynaklanmaktadır.
…Temyiz
mahkemesi, sanık hakkında açılmış diğer ceza davalarını da göz önüne aldığında,
söz konusu diğer suçlardan sorumlu olduğuna şüphe duymaz. Tanık P.'nin
güvenilirliğinden şüphe yoktur. Tanık, nesnel olarak ve [sanıkları] suçlamak
için herhangi bir isteksizlik olmadan ifade verdi. Cezai soruşturmaların
sonuçlarının doğru olmadığına dair bir işaret bulunmamaktadır.
…Başka
bir kişinin banka hesabının hileli kullanımı ile sipariş edilen öğeler
başvurana teslim edildiğinden ve orada ele geçirildiğinden, sanığın birkaç
dolandırıcılık suçundan bir kez daha suçlu olduğu kanıtlanmıştır.
…Temyiz
Dairesi için, sanığın bu diğer suçlardan sorumlu olduğuna şüphe yoktur. Tanık
P. güvenilirliğini hakkında hiç şüphe yoktur. Tanık objektif olarak ve herhangi
bir baskı altında kalmadan ifade verdi. Elde edilen bulguların doğru olmayacağına
dair bir işaret bulunmamaktadır.
…Yabancı
bir hesabın uygunsuz kullanımı altında sipariş edilen mallar davalıya teslim
edildiğinden ve kendisi tarafından güvence altına alındığından, bu husus davalının
dolandırıcılık suçunu işlediğini kanıtlamaktadır. ”
Şeklinde
değerlendirmelerde bulundu. Bunun üzerine, başvuru sahibi hukuki mercilere
başvurarak Bölge Mahkemesinin ifadelerinin masumiyet karinesini ihlal ettiğini,
çünkü nihai bir kararla mahkum edilmediğini, hakkında açılmış diğer ceza
davalarının olduğu ve bunların bağlantılı olarak değerlendirilemeyeceğini,
diğer suçları işlemediğini ileri sürerek atılı iddiaları reddetti. Buna
karşılık, Cumhuriyet Savcısı, iç hukuk uyarınca bir mahkemenin, duruşmadaki
diğer suçlarla ilgili kanıtlar duyması ve sanığın bu diğer suçları işlediğine
ikna olması halinde, ilk suçlarla suçlandıktan sonra bir sanığın işlediği daha
fazla suçu hesaba katabileceğini ileri sürmüştür. 11 Ocak 2012 tarihinde
Nürnberg Temyiz Mahkemesi, savcının öne sürdüğü argümanları onaylayarak, temyiz
başvurusunu reddetti ve cezai karar kesinleşti ve başvuran on ay hapis cezasına
çarptırıldı. Yargıtay, 31 Ocak 2012 tarihinde, başvuranın duruşma hakkının
ihlali ile ilgili müteakip bir şikayetini reddetmiştir.
20
Şubat 2012 tarihinde başvuru sahibi yeniden birden fazla dolandırıcılık
suçundan suçlandı. 16 Ağustos 2012 tarihinde Weiden Bölge Mahkemesi, başvuranı,
diğer suçların yanı sıra, beş adet sahtecilik verisi ile birlikte on adet
dolandırıcılık suçundan mahkum etti. Başvuran, bir yıl altı ay hapis cezasına
çarptırıldı. Bölge Mahkemesi, başvuranın yeniden başvurma olasılığına ilişkin
prognozu, sabıka kaydı dolayısıyla denetimli serbestlik cezasını askıya almadı.
Başvuran
tüm iç hukuk yollarını tükettikten sonra AİHM’ e, AİHS m.6/1 ve 6/2’ nin ihlal
edildiğinden bahisle başvuruda bulunmuştur.
Başvuran,
Bölge Mahkemesinin masumiyet karinesini ihlal ederek diğer suçlarla ilgili
yetkili Ceza Mahkemesinin rolünü üstlendiğini ileri sürmüştür. Hükümet,
başvuranın iddialarına itiraz etmiştir. Bölge Mahkemesi, başvuranın diğer
suçlarla ilgili cezai sorumluluğu hakkında bağlayıcı bir karar vermediğini,
başvuranın diğer suçlarla ilgili olarak Bölge Mahkemesi önünde suçlanmadığı
için Sözleşme'nin 6/2 maddesinin ihlal edilmediğini bu hususun, suçların
değerlendirilmesinde birkaç kriterden sadece biri olduğunu ileri sürmüştür.
Erteleme hakkında ise Alman Ceza Kanunu m. 56 uyarınca “… ceza ertelenir.
Mahkeme, özellikle hükümlü kişinin karakterini, önceki tarihini, suçunun
koşullarını, suç sonrası davranışını, koşullarını ve askıya alınmasından
beklenen etkileri dikkate alacaktır.” Uyarınca başvuranın sabıka kaydını
değerlendirilebileceğini iddia etmiştir.
AİHM
tüm bu hususları göz önüne alarak şu şekilde karar vermiştir :
Aynı
anda bekleyen ceza yargılamaları arasında bir bağlantı olduğu tespit edildikten
sonra Bölge Mahkemesinin değerlendirmesinin ve ifadelerinin masumiyet
karinesine saygı gösterip göstermediğinin belirlenmesi gerektiğini belirtmiş,
ulusal mahkemeler tarafından kullanılan dilin kritik öneme sahip olduğunu
vurgulamıştır. (Müller v. Almanya). AİHM kararında, söz konusu dava ile
yakından ilgili diğer kamu görevlileri tarafından erkenden, olayın esasına
girmeden yapılan ön kabul niteliğinde olan ifadelerin dikkate alınmasında,
mahkeme tarafından adil bir ceza davasının tesis edilmesi için masumiyet
karinesinin ihlal edilmesinin önlenmesi gerektiğine işaret etmiş, bununla
birlikte (Kangers v Letonya) 'da mahkeme, her hukuk sisteminde gerçek veya farazi
olayları kararlarında işlediğini ve Sözleşmenin prensip olarak bunu yasaklamadığını
kabul etmiştir. Bununla birlikte bu varsayımların, masumiyet karinesinin
önemini dikkate alan ve savunma haklarını koruyan makul sınırlar içinde olmasına
dikkat çekmiştir. Dolayısıyla mahkemelerin cezai soruşturmaya etki etmese veya
etki edecek durumda olmasa da kararlarında kullandıkları dilin masumiyet
karinesini ihlal edecek derecede olmaması gerektiğini belirtmiş, Mahkemenin,
diğer suçlarla ilgili olarak Bölge Mahkemesince verilen mahkumiyet kararı
dolayısıyla suçlu olduğu yönündeki ifadelerinin ve kovuşturması devam eden
diğer suçlarla ilgili olarak bekleyen ceza davalarına ilişkin
değerlendirmelerinin masumiyet karinesine aykırı olduğu sonucuna varmasını
sağlamak için yeterli olduğunu belirtmiştir. Buna göre Sözleşme'nin 6 § 2.
maddesinin ihlal edildiğine karar verilmiştir. Cezanın ertelenmesi ile ilgili
olarak AİHM, ( GS v Almanya) kararına atıf yaparak, bir cezanın askıya
alınmasının iptali ile ilgili davalarda mahkeme, eğer başvuranın suçluluğu
hakkında olaya esas olan bulguları değerlendirmediği, kararını yalnızca
başvuranın suçluluk kabulüne dayandırdığı zaman masumiyet karinesinin ihlalinin
söz konusu olduğunu belirtmiştir. Dolayısıyla somut olayda bu konuda bir ihlal
olmadığına karar vermiştir. Nihayetinde AİHM, başvuranın daha önceden aynı
suçtan bir mahkumiyet kararının olduğunu, ayrıca aynı anda birden fazla ceza
davası açılmış bulunduğunu, mahkemenin bu mahkumiyet kararına ve açılmış
bulunan ceza davalarına dayanarak önyargılı ve peşin hükümle değerlendirmelerde
bulunduğunu böylece adil yargılama sürecinin sağlıklı işleyebilmesi için
gerekli olan masumiyet karinesine aykırı davranıldığını belirterek adil
yargılanma hakkının ihlal edildiğine, fakat mahkemenin sanığı/şüpheliyi göz
önüne alarak onun kişiliğinin sonucu olan bulguları dikkate almak suretiyle cezanın
ertelenmediği belirterek bu konuda ihlal olmadığına karar vermiştir.
Sonuç
olarak görüyoruz ki suçsuzluk karinesi öyle bir ilkedir ki daha önce defalarca
aynı suçu işlemiş olsa, hatta kişi hakkında aynı anda mevcut benzer suçlardan
kovuşturma devam etse bile her suç ayrı ayrı değerlendirilmeli, kişinin ayrı
bir suçtan dolayı yargılaması yapıldığı dikkate alınmalı, dolayısıyla değil
karara esas almak, kararın gerekçesinde dahi bu hususa değinmek adil yargılanma
hakkının ihlali anlamına gelmektedir. Bu hususta mahkemeler kullandıkları dile
bittabi dikkat etmeli, kişinin suçu kesin olarak işlediğine karar vermedikçe
bir görüş, öneride bulunmamalı ve ön yargılı olarak değerlendirme yapmamalıdır.
Keza bu husus mahkemelerin tarafsızlığı açısından da önemlidir. Ayrıca
mahkemeler kamu görevlilerinden ( olayla birebir ilgili olsa bile )
etkilenmemeli, kamuoyundan bağımsız bir şekilde karar vermeli, yargılamanın önüne
geçebilecek her türlü girişimden kendini alıkoymalı ki adil bir karar
verebilsin.
BİR HUKUKA UYGUNLUK SEBEBİ OLARAK MEŞRU SAVUNMA
*Ali Fuat ÇİÇEKLİ
Geçtiğimiz
günlerde bir cinayet vakası kamuoyunda geniş yankı uyandırdı. Medyadaki
haberlere göre Konya'da yaşayan K., Ö. ile tartışma yaşayan A. D'yi korumak
için olaya müdahale etmek istedi. Ö., çıkan tartışma sonrası kalbine saplanan
bıçakla hayatını kaybetti. K. ise tutuklandı. Sosyal medyada ise K.'nin serbest
bırakılması çağrıları yapıldı.[12]
Esasında
meselenin özünü söz konusu olayın basit bir cinayet vakasından ziyade ülkemizde
sıkça yaşanan kadın cinayetlerinin önlenmesine yönelik toplumsal tepkinin bir
yansıması olarak görülmesi oluşturuyor. Dünya Ekonomik Forumu 2018 Cinsiyet
Eşitliği Raporu’na göre 149 ülke arasında 130’ncu sırada olan
Türkiye’de 2003 yılında erkekler tarafından öldürülen kadın
sayısı 83 iken, 2018 yılında bu
sayı 439 olmuştur.[13] Endişe
verici olan bu durumun önlenmesine yönelik hükümet ve sivil toplum kuruluşları
tarafından çeşitli çalışmalar yapılmasına rağmen sayısal verilerden
anlaşılacağı üzere kadın cinayetlerinin artmaya devam etmesi, meşru savunma
hakkının kullanılması yoluyla insanların birbirlerini olay anında savunabilip
savunamayacaklarını akla getiriyor. Kamuoyundaki tüm bu gelişmeler hukuk
düzenimizde kural olarak hukuka aykırı olan ihkak-ı hak yasağının işlevsiz hale
gelerek insanların devleti aradan çıkartıp kendi cezasını kendi kesmesi
tehlikesini akıllara getiriyor.
Ceza
kanunumuzda suç ve cezaların kanuniliği ilkesi (TCK madde 2)
düzenlenmiştir. Bu ilke gereği, hiç kimse kanunun açıkça suç saymadığı
bir fiilden dolayı cezalandırılamaz; hiç kimse bir fiil için kanunda gösterilen
ceza dışında bir ceza ile veya kanunda gösterilen cezadan daha ağır bir ceza ile
cezalandırılamaz. Aynı şekilde TCK madde
4’ te “Ceza kanunlarını bilmemek mazeret sayılmaz.” denilerek üzerinde ceza
kanunu uygulanacak toplumun bu kanunları bildiği varsayılmıştır. Dolayısıyla
usulüne uygun yayınlanıp yürürlüğe giren ceza kanunları bu kanuna göre suç
işleyen kişi üzerinde uygulanırlar.
Dolayısıyla
toplumu doğru bilgilendirmenin ve insanların hukuka ulaşabilmelerini sağlamanın
ne kadar önemli olduğu habere konu olayındaki tartışmalardan görüldüğü üzere
bir kez daha görülmektedir. “Meşru savunma nedir ? İhkak-ı hakkı nedir ?
Bunların koşulları, kapsamı nelerdir ? Hangi durumlarda hangi fiiller suç
sayılır ?” gibi çeşitli konuların aydınlatılması tüm bu endişeleri
giderecektir. Somut olayda meşru savunmanın hangi koşullarda oluştuğunun saptanması
kilit nokta oluşturmaktadır.
Meşru
savunma (nefsi müdafaa), 5237 sayılı TCK’da “İkinci Bölüm” “Ceza Sorumluluğunu
Kaldıran veya Azaltan Nedenler” başlığı altında 25. maddenin 1. fıkrasında
düzenlenmiştir.
Meşru savunma ve zorunluluk hali
Madde 25-
(1) Gerek kendisine ve gerek başkasına ait bir hakka yönelmiş, gerçekleşen,
gerçekleşmesi veya tekrarı muhakkak olan haksız bir saldırıyı o anda hal ve
koşullara göre saldırı ile orantılı biçimde defetmek zorunluluğu ile işlenen fiillerden
dolayı faile ceza verilmez.
Kanunda
meşru savunma şek ve şüpheye yer bırakmayacak şekilde açıkça düzenlenmiştir. Yargıtay
Ceza Genel Kurulu’nun süreklilik gösteren kararlarına göre de, yasal savunma;
Bir kimsenin kendisine veya başkasına yöneltilen ağır ve haksız bir saldırıyı
uzaklaştırmak için gösterdiği zorunlu tepkidir.[14] Yargıtay
Ceza Genel Kurulu’nun 06.11.2001 gün ve 1-224-236 sayılı kararına (ve diğer
benzer kararlarına) göre:
(“…
Bir savunmanın yasal olabilmesi için aşağıda belirtilen koşulların birlikte
gerçekleşmesi gerekmektedir.
Saldırıya ilişkin koşullar;
1-) Somut
bir saldırı bulunmalıdır.
2-) Saldırı
haksız olmalıdır.
3-) Saldırı
can ya da ırza yönelik olmalıdır.
4-) Saldırı
ile savunma eş zamanlı olmalıdır.
Savunmaya ilişkin koşullar;
1-)
Savunma zorunlu olmalıdır; savunmada zorunluluk bulunup bulunmadığı ise her
olayın özelliğine göre saptanmalıdır.
2-) Saldırı ile savunma arasında belli bir oran
bulunmalıdır.
denilerek
kararın devamında “…Bu itibarla, kendisine dargın olan ve bir süredir yolda
önüne çıkıp laf atarak huzursuz edici ve ürkütücü davranışlarda bulunan
maktulün bu kez olay günü çarşı içinde karşılaştıklarında küfür edip aralarında
3-4 metre mesafe kalmışken bıçak çekerek üzerine saldırması sonrasında yasal
savunma koşulları altında tabancasını çeken, ancak silahını maktulün
saldırısını önlemeye yetecek biçimde ve hayati olmayan bölgelerine yöneltme
olanağı bulunduğu halde göğüs ve karın bölgesine iki el ateş ederek vurup
öldüren sanığın yasal savunmada sınırın aşılması suretiyle adam öldürmek
suçundan sanığın cezalandırılmasına ilişkin Yerel Mahkeme direnme hükmü
(oyçokluğuyla) isabetli bulunmuştur...” şeklinde belirtilerek saldırı ile
savunma arasında oran şartının gerçekleşmediği saptanmıştır.
Dolayısıyla
meşru savunmanın şartlarını kısaca açıklarsak;
Saldırıya
ilişkin koşullar : Somut cana ve mala yönelik zarar verecek veya tehlike
oluşturacak bir saldırı bulunmalıdır. Haksız ve hukuka aykırı saldırıya
eş
zamanlı olarak savunma yapılmalıdır. Saldırının haksız ve hukuka aykırı
olması kümülatif olarak aranır. Yani hukuka aykırı olmayan, fakat
örf’e, adet’e ve ahlaka aykırı olan eylemler meşru savunmanın nedeni olamaz. Bu
husus özellikle dikkat edilmesi gereken noktadır. Savunma saldırıya karşı eş
zamanlı olmalı yani savunma yapıldığı anda saldırı halen mevcut bulunmalıdır. Aradan
belli bir süre geçtikten sonra savunmanın yapılması hiddet ve öfke üzerine bir
öç alma ve mukabele mahiyetindedir. Bu durumlarda meşru savunmadan değil,
olayın niteliğine göre haksız tahrik söz konusu olur ve faile haksız tahrik
hükümleri uygulanır. Saldırının eş zamanlı olması koşulunu fiilin tehlike
oluşturacak olması yeterli kabul edildiğinden geniş olarak anlamak gerekir.
Saldırı kişinin kendisine veya başkasına ait bir hakka yönelmiş olmalıdır. Yani
savunmada bulunacak kişi, bir üçüncü kişinin hakkına yönelik haksız ve hukuka
aykırı saldırıya karşı meşru savunmada bulunabilir.
Savunmaya
ilişkin koşullar : Savunma saldırının başka suretle uzaklaştırılması
imkansızlığı dolayısıyla yapılmalıdır. Açıklamak gerekirse saldırıyı def etmek
için güvenlik güçlerinden yardım alınabiliyorsa ve bu halde savunmaya ihtiyaç
kalmayacaksa savunmada zorunluluğun bulunmadığı kabul edilir. Fakat bu durumda savunmada
bulunanın saldırı durumunda şahıslardan kaçarak kurtulma yükümlülüğü yoktur.
Savunmanın orantılı olması iki yönden incelenir. Birincisi, kullanılan araçlar
bakımından bir ölçülülük olup olmadığı; ikincisi, saldırı nedeniyle zarar gören
hak ile savunma sonucunda zarar gören hak arasında bir oranın bulunup
bulunmadığıdır. Ek bir husus olarak da savunma hareketi mutlaka saldırıyı
yapana karşı yapılmalıdır. Saldırı ve savunma arasında illiyet bağı
bulunmalıdır. Genelde meşru savunmanın tartışmalı noktası da orantılılık
hususudur. Bu husus somut olayın özelliğine göre değerlendirilir. Örnek vermek
gerekirse kendisine bıçakla saldıran kişiye karşı savunma yapanın tüfekle ve
sopa ile kendini koruması mümkündür. Ancak araçlar arasındaki oran durumu,
özellikle aracın ölçülü olarak kullanılması bakımından göz önünde tutulmalıdır.
Yani bıçağa karşı bıçak, sopa vs. kullanılması ile bıçağa karşı tüfek, tabanca
gibi ateşli silahlar kullanılması arasında fark vardır. Fakat tüm bunlar çok
farklı fonksiyonlara bağlı olarak değerlendirilir. Yeri geldiğinde çok yaşlı ve
hasta bir adamın elindeki tabancayla, sağlıklı genç bir birey arasındaki bıçak
birbiriyle orantılı kabul edilir. Fakat asla unutulmaması gereken kural ise;
öldürücü nitelikte savunma, ancak öldürücü nitelikteki bir saldırıya karşı
yapılabilir.[15]
Meşru
savunmada sınırın aşılmasına da kısaca değinmek istiyorum. TCK madde 27/2’ de “ Meşru savunmada sınırın aşılması mazur
görülebilecek bir heyecan, korku veya telaştan ileri gelmiş ise faile ceza
verilmez.” şeklinde belirtilmiştir. Meşru savunmada sınırın aşılmasını; oranda
ve zamanda sınırın aşılması olmak üzere ikiye ayırarak incelemek gerekir. Oran
ya da araç bakımından sınırın aşılması; bir hukuka aykırı saldırı durumunda
savunma hareketinin saldırıya göre dengeli olmaması halinde söz konusu olur.
Zamanda sınırın aşılması ise saldırının bitmesinden sonra savunma hareketinin
yapılması halinde ortaya çıkar.
Kanun
metninden anlaşılacağı üzere burada üzerinde durulması gereken husus mazur
görülebilme ifadesidir. Yargıtayın kökleşmiş içtihatlarında, meşru
savunma durumlarında, hakimin kendisini, saldırıya uğrayan ve saldırı halinde
ruhsal durumunda değişiklik yaşayan, failin yerine koyarak, failin içinde
bulunduğu mevcut sübjektif durumunu iyi değerlendirmesi gerektiği
vurgulanmaktadır. Sınırın aşılması durumlarında, failin o anda bulunduğu
psikolojik durumun hakkaniyet gözetilerek belirlenmesi gerekir. Şüphesiz failin
meşru savunmanın sınırlarını kasten aşması halinde kast ile işlenen bir suçtan
dolayı sorumlu tutulması gerekir. Burada bahsedilen nokta, savunma yapan şahsın
içine düştüğü heyecan, korku ve telaş nedeniyle davranışlarını yönlendirme
yeteneğini kaybetmesi dolayısıyla sınırın aşılmasıdır. Bu halde fail kusurlu
kabul edilmez. Dolayısıyla heyecan, korku veya telaş nedeni ile meşru savunma sınırının
aşılması kusurluluğu ortadan kaldıran nedendir.
Tüm
bu koşullar bağlamında somut olay araştırılır ve failin fiili meşru savunma
kapsamında işleyip işlemediği tespit edilir. Eğer fail meşru savunma kapsamında
söz konusu fiili işlemişse faile ceza verilmez. Aynı şekilde meşru savunmada
sınırın aşılması halinde TCK madde 27/2’
de belirtildiği üzere “ Meşru savunmada sınırın aşılması mazur görülebilecek
bir heyecan, korku veya telaştan ileri gelmiş ise faile ceza verilmez.” Aksi
durumda ise fail işlediği suçtan dolayı cezalandırılır.
Sonuç
olarak Başsavcılık yapacağı soruşturmayı meşru savunma bağlamında
değerlendirecek gerekli araştırmayı yapacak ve buna göre iddianame düzenleyecek
veya kovuşturmaya yer olmadığı kararı (KYOK) verecektir. Sadece kamera
kayıtlarından veya kamuoyundaki yorumlardan bir yargıya varıp somut olayı tam
manasıyla aydınlatacak tüm bilgilere sahip olmaksızın değerlendirme yapmanın
doğru olmayacağı ve yargılama sürecine katkıda bulunmayacağı kanaatindeyim.
Dolayısıyla somut olayı kadın cinayetlerinin önlenmesine yönelik olarak
indirgemenin bu aşamada gerek olmadığını söylemeliyim. Bu bağlamda habere konu
olan olaydada meşru savunma olup olmadığını söylemek için henüz çok erken
olduğunu ve yargılama sürecini izleyip takip etmenin yorum yapmaktan daha
faydalı olacağını düşünüyorum.
NON BİS İN İDEM İLKESİ VE İMAR HUKUKUNA İLİŞKİN
İDARİ YAPTIRIMLAR -YIKIM KARARININ İDARİ YAPTIRIM İLİŞKİSİ AÇISINDAN GÖRÜŞÜM-
*Ali Fuat ÇİÇEKLİ
Hukuk Devleti ilkesi ile ilişkisi ve Türk
hukukundaki yeri
Hukuk devleti düzeninin tesisinin yapı taşlarından olan Non Bis in
İdem (veya Ne bis in idem) ilkesi kelime anlamı olarak “aynı fiilden dolayı iki kez yargılama ve cezalandırma olmaz” anlamına
gelen evrensel bir ceza hukuku kuralıdır. Diğer bir deyişle tek fiile tek ceza
prensibi olarak da adlandırılır. Ne bis in idem ilkesi tek bir eylemden dolayı
iki farklı yargılama ve cezalandırmanın yapılmasını ve kişinin hukuka aykırı
eyleminden dolayı birden fazla cezai sorumluluğuna gidilmesini engelleyen bir ilkedir.
Buna göre ne bis in idem ilkesini “ kaç fiil varsa o kadar suç, kaç suç varsa o
kadar ceza” olarak değerlendirmek yerinde olacaktır[16].
İlkenin tanımlanmasında kullanılan kavramların ceza hukukuna ilişkin
bulunmasından da anlaşılacağı üzere ne bis in idem ilkesi ceza hukukuna egemen
bir ilkedir. Ancak ilkenin, idare ve idari yaptırım alanında da yansıması
bulunmaktadır.[17]
Söz konusu ilkenin temelinde hukuk güvenliği ve hukuki öngörülebilirlik
yatmaktadır. Hukuk güvenliği, en temel manasıyla devletin hukuka olan bağlılığı
sonucu keyfiliğin ortadan kalkmasıyla bireylerin hak ve özgürlüklerinin teminat
altında olmasıdır. Hukuki öngörülebilirlik ise bireylerin mevcut hukuki
sisteme, düzenlemelere göre hareket ettiğinde hangi sonuçlarla karşılaşacağını
bilecek veya bilebilecek durumda olmasıdır. Örnek vermek gerekirse suç ve
cezalarda kanunilik ilkesi gereği bireyler halihazırdaki hukuk sistemine göre
suç olan bir fiili işlediklerinde cezalandırılacaklarını bilecek durumda
olmalıdırlar. Bu ise suç ve cezaların kanunlarda usulüne uygun yayınlanıp
yürürlüğe girmesiyle gerçekleşir. Dolayısıyla hukuki öngörülebilirlik bu
şekilde sağlanmış olur. Öte yandan hukuki öngörülebilirlik mevcut yasal
düzenlemelerin belirli bir süreklilik içinde olmasını gerektirir. Keza sürekli
değişen mevzuat, insanların plan yapmalarına, faaliyetlerini belirli bir düzen
doğrultusunda yapmalarına engel olur. Bu açıdan bakıldığında hukuki
öngörülebilirlik ve güvenlik ilkeleri, hukuk devleti ilkesinin bileşenleridir
diyebiliriz. O halde hukuk devleti ilkesi, bireylerinin hukuki öngörülebilirlik
içinde olduğu ve devletin hukuk kurallarıyla bağlı olduğu devlet şeklinde
tanımlanabilir. İşte Non bis in idem ilkesi de hukuk devletini oluşturan temel
ilkelerden biridir. Ülkemiz Anayasası
m.90/5 gereği kanun gücünde olup temel hak ve özgürlüklerle ilgili olduğundan
kanunlardan önce uygulanması zorunlu uluslararası bir sözleşme olan Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 7 numaralı Ek Protokolü’nün 4. maddesinin 1.
fıkrasında,
‘Hiç kimse bir devletin ceza yargılaması usulüne ve yasaya uygun olarak
kesin bir hükümle mahkûm edildiği ya da beraat ettiği bir suçtan dolayı aynı
devletin yargısal yetkisi altındaki yargılama usulleri çerçevesinde yeniden
yargılanamaz veya mahkûm edilemez’
şeklinde yer almaktadır Açıklamak gerekirse yasada unsurları, amacı
ve neticesi, korunan hukuki yararı tanımlanan suç olan bir fiil işlendiğinde
yine yasada belirtilen o suça karşılık cezayı alması için yargılanması beklenen
failin; unsurları, amacı ve neticesi,
korunan hukuki yararı aynı fiili nedeniyle tekrar yargılanması veya
cezalandırılması söz konusudur. Dolayısıyla eğer bir ülke mevzuatı, hukuki
unsurları bakımından aynı olan bir fiile karşılık birden fazla ceza
öngörülüyorsa o ülkede aynı fiil nedeniyle birden çok ceza verilebilmesi
neticesinde kişinin aynı fiilinden dolayı tekraren yargılanması söz konusu
olacak böylece non bis in idem ilkesinin ulaşmak istediği amaç olan kesinleşmiş
bir karar olmasına rağmen tekrar hüküm giyme söz konusu olacaktır. Bu bağlamda
kanun koyucu ceza hukukuna ilişkin yasal mevzuatları, bireyleri iki kez
yargılamaya veya cezalandırmaya mahkum edecek şekilde düzenlemekten kaçınmalı,
suçu oluşturan unsurlar farklı olmadıkça bir fiile ancak bir ceza verecek
şekilde düzenlemelidir.
Adil yargılanma hakkı ilkesiyle ilişkisi
Non bis in idem ilkesi, adil yargılanma ilkesinin sonucudur. Bu
ilkenin esas amacı kişinin kanunda belirtilen cezası ne ise onu tam olarak
çekmesidir. Böylece kişi ceza normunu ihlal eden fiili karşısında acıya ve
ızdıraba uğrayacaktır. Böylece cezanın amacı –önleme, ödetme, ıslah etme-
gerçekleşmiş olacaktır. Fakat kişinin aynı fiili nedeniyle alması gereken
cezayı değil de dolaylı olarak daha fazlasına çekmesi cezanın amacına hizmet
etmez. Keza böylece kişi, çekmesi gerekenden daha fazla acı ve ızdırabı
çekecek, bunun sonucunda ise hak ve hakkaniyet duyguları zedelenecek, cezanın
amacından uzaklaşılacaktır. İşte tam da bu noktada non bis in idem ilkesi
kişinin çekmesi gerekenden daha fazla acı ve ızdırapı çekmemesine hizmet eder. Çünkü,
daha önce yargılanarak kesin hüküm değeri kazanmış bir fiil ve bu fiilden
mahkum olan kişinin tekrar yargılanarak cezalandırılması hem adalet duygularını
rencide eder hem de haksızlık ve ceza arasındaki oranı kişi aleyhine bozar.[18]
Keza kişinin, fiili nedeniyle ceza almış olmasına rağmen tekrar aynı fiil
nedeniyle yargılanması veya ceza alması adeta Demokles’in kılıcı misali
üzerinde bir baskı oluşturacak ve kişinin özgürlüğü belirsizleşecek, böylece
işlediği suçun karşılığı olan cezadan daha fazlasını çekmesine neden olacaktır.
Dolayısıyla yukarıda açıkladığımız üzere daha suç oluşmadan bu husus dikkate
alınmalı yasal mevzuat buna göre oluşturulmalı veya yorumlanmalıdır.
Ulusal mevzuattaki örnekleri
Non bis in idem ilkesi hukukun genel bir ilkesi olmakla beraber
ülkemizce onaylanıp yürürlüğe giren
uluslararası sözleşmelerde düzenlendiği üzere açıkça düzenlenmese bile
bu ilke bağlamında yasal düzenlemelerimiz bulunmaktadır. Fazla detaya girmeden
bunlara örnek vermek gerekirse; suçların fikri içtimaını (toplanmasını)
düzenleyen Türk Ceza Kanunu m.44’de, “İşlediği bir fiil ile birden
fazla suçun oluşmasına sebebiyet veren kişi, bunlardan en ağır cezayı
gerektiren suçtan dolayı cezalandırılır.” hükmü, yine Ceza Muhakemesi Kanunu m.223 “Aynı fiil nedeniyle,
aynı sanık için önceden verilmiş bir hüküm veya açılmış bir dava varsa davanın
reddine karar verilir”. Hükmü bu ilkenin en belirgin örneklerindendir.
Non bis in idem ilkesinin
uygulanabilirliği yönünden en çok göze çarpan ve bu yazının odak noktasını
oluşturan kısım suçların fikri içtimaı yoluyla, işlediği bir fiil ile birden
fazla suçun oluşmasına sebebiyet veren kişinin, bunlardan en ağır cezayı
gerektiren suçtan dolayı cezalandırılması yoluyla kişinin aynı fiilinden dolayı
tekrar yargılanmaması amaçlanmıştır. Dolayısıyla söz konusu hüküm suçun diğer
unsurları farklı olsa dahi fiil unsurunun yani maddi unsurun aynı olmasını
yeterli kabul etmiş ve non bis in idem ilkesinin tam olarak uygulanmasını
sağlamayı amaçlamıştır.
İdari yaptırımların cezai niteliği
İmar hukukunda non bis in idem ilkesi,
önce idare hukuku bağlamındaki cezai müeyyideler olan idari yaptırımlar
çerçevesinde incelenmelidir. Her ne kadar idari yaptırımların niteliği
itibariyle idari işlem olması bakımından ceza yaptırımlarından farklı ve
kendine özgü niteliklere sahip olduğu kabul edilse de kanımca cezai
yaptırımlarla idari yaptırımlar arasındaki asıl fark organik farktır.[19]
Yani bu yaptırımların farkı, yaptırımı vermeye yetkili olan organ
farklılığıdır. Öte yandan idari yaptırımlar ile cezai yaptırımlar sadece
ağırlıkları yönünden farklılaşır, özlerinde bir farklılık taşımazlar. Yani esas
fark niceliksel olaraktır.[20] Keza
birey üzerinde yarattığı acı ve ızdırap olgusu birbiriyle aynıdır. Diğer
taraftan yasama organının af yetkisi bağlamında bu husus incelendiğinde ceza
niteliği taşıyan normların karşılığı olan müeyyidelerin af kapsamında olduğu
görülecektir. Örneğin, ceza yasalarınca faillere verilen cezaların genel veya
özel nitelikte af kapsamına dahil edilebileceği gibi kamuoyunda da sıkça
karşılaştığımız idari yaptırımlardan olan vergi affı kapsamında vergi
cezalarının affedilmesi hatta doktrinde idari yaptırım niteliği göz önüne
alınmayan imara aykırılıkların ( aşağıda açıklanacağı üzere yıkım kararı ) yok hükmünde olmasını sağlayacak imar affı
söz konusu idari işlemlerin ceza niteliğinde olduğunu göstermektedir. Keza af
kapsamına ancak ceza niteliğinde olan fiiller girer. Nihayetinde tüm hususlar
göz önüne alındığında idari/cezai yaptırım arasındaki organ ve nicelik farkı
non bis in idem ilkesinin ulaşmak istediği amaç kapsamında değerlendirilmeli ve
göz ardı edilmelidir. Söz konusu ilkenin idare hukukunda geçerli olup olmadığı
tartışmalı olup söz konusu hakim görüş ilkenin idare hukukunda sınırlı bir
geçerliliğe sahip olduğunu kabul etmektedir.[21]
Doktrinde çeşitli görüşler olmakla birlikte kanımca idari yaptırımlar
bağlamında da non bis in idem ilkesi geçerlidir. Açıklamak gerekirse genel
olarak hukuk düzeninin kurallara uyulmamasına bir tepkisi olarak tanımlanan ceza/yaptırım/müeyyide
en başta bireyler üzerinde acı verici bir niteliğe sahip olmakla birlikte
hukuk kurallarına uyulmasını sağlama amacı taşımak suretiyle bireyler üzerinde
caydırıcılık etkisi bulunmaktadır. İdari müeyyideler, çoğu yönden cezai
müeyyidelerle benzerlik taşır. Örnek vermek gerekirse yasallık ilkesi,
kişisellik ilkesi, orantılılık ilkesi, acı verici olması, kamu düzenin tesisi
ve caydırıcı nitelikte olması hem idari hem cezai müeyyideler için ortaktır.
Farklı yönleri ise idari müeyyideler, idare tarafından verilirken, cezai
müeyyideler yargılama faaliyeti neticesinde ve bir yargı kararı şeklinde,
Devlet tarafından ve kanuna dayalı olarak verilir. Her yaptırım gibi idari
yaptırımlar da temel hak ve özgürlüklere yöneliktir. Ancak Anayasa’nın 38/8
maddesi gereğince “İdare, kişi hürriyetlerinin kısıtlanması sonucunu doğuran
bir yaptırım uygulayamaz” hükmü idari yaptırımla cezai yaptırım arasındaki
temel farkı oluşturur. Fakat bu husus idari yaptırımların birey üzerinde acı ve
ızdırap meydana getirmesini engellemez. Bu hüküm sadece cezanın kişi üzerinde uygulanış biçimlerinden biri
olan hapis cezasına sınırlama getirmiştir. Keza cezanın uygulanması, hapis
cezası şeklinde olabileceği gibi adli para cezası, müsadere vs. şeklinde
malvarlığı üzerinde de gerçekleşebilir. Non bis in idem ilkesinin amacı
yukarıda açıklandığı üzere bir fiile bir ceza verilmesi neticesinde hukuk
devleti ilkesinin dolayısıyla hukuki öngörülebilirlik ve hukuk güvenliğin
hayata geçmesi, böylece hak ve hakkaniyet çerçevesinde bireyler arasında
adaletin tesisidir. Bu bağlamda non bis in idem ilkesi ile uygulanmak istenen
netice bağlamında idari ve cezai yaptırımların, bireyler üzerinde yarattığı
etki kapsamında değerlendirilmesi gerektiği kanaatindeyim. Keza bu etki göz
önüne alınırsa idari yaptırımların belli başlı hususlar haricinde –Anayasa m.
9, 19, 38/8- cezai yaptırımlardan hiçbir farkı olmadığı gibi somut bir örnek
açısından; hukuki niteliği itibariyle bir idari yaptırım olan disiplin
cezaları, ceza hukuku anlamında birer ceza ve bu cezaları doğuran işlemlerin de
yargısal bir işlem olarak kabul edilmeleri de bu hususu destekler niteliktedir.[22] Öte
yandan non bis in idem ilkesinin amacı göz önüne alındığında bireyler üzerinde
acı verici, caydırıcı ve ıslah edici nitelikte olan idari yaptırımların
etkilerinin ceza yaptırımlarla örtüştüğü apaçıktır. Neticesi itibariyle bir
ceza niteliğinde olan idari yaptırımlarda da non bis idem ilkesi uygulama alanı
bulacaktır.
İmar hukukunda non bis in idem ilkesi
İmar hukukuna özgü müeyyideler genel
olarak, 3194 sayılı İmar Kanununa aykırı fiiller ve bunlara ilişkin yaptırımlar
ve TCK m. 184 “İmar Kirliliğine Neden Olma Suçu” bağlamında incelenebilir.
3194 sayılı kanunun İdari müeyyideler
başlıklı 42. Maddesinin 7. Fıkrasında “Yukarıdaki fıkralar uyarınca tahsil
olunan idari para cezaları, aynı fiil nedeniyle 26/9/2004 tarihli ve 5237
sayılı Türk Ceza Kanununun 184 üncü maddesine göre mahkûm olanlara faizsiz
olarak iade edilir.” Belirtildiği üzere eğer söz konusu imara aykırı fiil
nedeniyle verilen idari yaptırım niteliğindeki idari para cezası tahsil
edildikten sonra aynı fiil nedeniyle Ceza Kanunu bağlamında hüküm giymişse tahsil
edilen idari para cezası “faizsiz”
iade edilir. Söz konusu hüküm açıkça non bis in idem ilkesi gereği tek fiile
tek ceza verilmesi kapsamında düzenlenmiştir. Ancak kanımca iade edilen paranın
faizsiz olarak geri verilmesi non bis in idem ilkesi ile tesis edilmek istenen
adil yargılanma hakkının ihlaline dolayısıyla adalet ve hakkaniyet duygusunun
zedelenmesine sebep olur. Keza faiz, hukuki anlamda, alacaklının nakit olarak
mevcut parasından bir süre için yoksun kalması nedeni ile, nakdin kullanılması
olanağını borçluya bırakması karşılığında elde ettiği, miktarı kanun ya da
hukuki işlem ile belirlenmiş, tahsil için zararın ve kusurun varlığı şart
olmayan bir tür tazminat, bir medeni "semere(getiri)" veya
"ivaz(karşılık)"dır.[23]
Dolayısıyla faiz, kişiye mahrum kaldığı süre boyunca parasını kullanamaması,
değerlendirememesi neticesinde menfi veya müspet bir zarara uğraması ihtimaline
karşı hukukça korunmuş bir kira tazminatı niteliğindedir. Bu açıdan
bakıldığında idarece tahsil olunan paranın, ülkemizdeki yargılamaların uzun
yıllar sürdüğü göz önüne alındığında faizsiz iade edilmesi, kişiyi zarara
uğratacak tabiri caizse dolaylı olarak kişiye cezası kesilmiş olacaktır.
Dolayısıyla hem ceza kanunu uyarınca hüküm giymiş suçlu aynı fiili nedeniyle
başka bir cezaya daha çarptırılmış olacaktır. Bu ise apaçıktır ki non bis in
idem ilkesine aykırılık teşkil eder. Bu bağlamda bu husus kanun koyucu
tarafından yeniden gözden geçirilmelidir.
Yine İmar Kanununun 42/c maddesinin 6 ve
7. bentlerine göre, yapı, yapılaşmaya yasaklanmış bir alanda yapılmış ise
cezanın % 80, özel kanunlar ile belirlenmiş özel imar rejimine tabi bir alanda
yapılmış ise cezanın %50 oranında ilave edileceği öngörülmüştür. Ancak,
bilindiği üzere, bazı özel kanunlarda, yapılaşma yasaklanmış alanlarda veya
özel imar rejimi olan yerlerde, bu yerlere ilişkin kurallara uymadan yapı
yapılması durumunda, bu kanunların bazılarında idari para cezası uygulanması
öngörülmektedir. Örneğin, 2565 sayılı Askeri Yasak Bölgeler ve Güvenlik
Bölgeleri Kanunununda, bu kanunla düzenlenen yerlerdeki yapılaşma kurallarına
uymayanlara aynı kanunun 26. maddesi kapsamında idari para cezası uygulanması
öngörülmüştür.[24]
Görüldüğü üzere bireylerin aynı fiil nedeniyle iki defa cezalandırılmaması
kuralı burada da uygulanmalı ve aynı fiilen dolayı kişilere iki defa idari para
cezası uygulanmamalıdır.
Yıkım kararı bakımından değerlendirme
Non bis in idem kuralının idari
yaptırımlar üzerinde de uygulanması gerektiğine yukarıda da işaret etmiştim. Bu
bağlamda imar hukukunda sıkça uygulaması bulunan imar mevzuatına aykırı yapı
yapılması fiili nedeniyle hem yapının yıkılması hem de aynı kanun kapsamında
idari para cezası verilmesine değinmek istiyorum. Her ne kadar idari
yaptırımların amacının sadece cezalandırmak değil aynı zamanda kamu düzeninin
tesisi amaçlandığından aynı fiil nedeniyle farklı türlerden idari yaptırım
uygulanması ile korunmak istenen amaca ulaşılacağı [25]
görüşü hakim ise de konu, non bis in idem ilkesi bağlamı bakımından
incelendiğinde – hele ki yukarıda açıkladığım üzere fikri içtima gibi kurumlar
mevcut iken – kişilerin hukuka aykırı fiilleri sonucu cezalandırılması amacı
yanında kamu düzenin tesisi amacı gibi çok genel bir ifade ile söz konusu
normların bireyler üzerinde yarattığı acı ve ızdırap etkisi bertaraf
edilmemelidir. Bilakis yasada suç olarak tanımlanmış fiiller zaten suç
işleyenin anti-sosyal nitelikleri göz önüne alınarak hazırlandığı
düşünüldüğünde cezalandırma amacının da kamu düzeninin tesisine hizmet ettiği
söylenebilir. Somut örnek olması açısından; imara aykırı yapı inşa etmiş kişiye
hem idari para cezası verilmesi hem de yıkım cezası –aşağıda açıklayacağım
üzere “cezası” – verilmesi yerine ulaşılmak istenen amaç bakımından sadece
yıkım veya sadece idari para cezası verilerek kamu düzeninin sağlanması
mümkündür. Keza imara aykırı yapı, imara uygun hale getirilmek suretiyle yıkım
cezasından kurtarılacak ancak idari para cezasından kurtulamayacaktır. Ancak
imara aykırılığı devam eden yapının ise yıkımı gerçekleştirilerek imara
uygunluk yeniden sağlanacaktır. Bu halde yıkım kararı üzerine idari para cezası
verilmesi aynı fiil nedeniyle mükerrer cezalandırma teşkil edecektir.
Dolayısıyla idari yaptırımların farklı amaçlarının olması hasebiyle aynı fiile
karşı birden fazla uygulanabileceği hususu kabul edilemez.
3194 sayılı kanun m. 32’ de düzenlenen
yıkım kararı, 3194 sayılı Kanun hükümlerine göre; ruhsat alınmadan yapıya başlandığı
veya ruhsat ve eklerine veya ruhsat alınmadan yapılabilecek yapılarda
projelerine ve ilgili mevzuatına aykırı yapı yapıldığı ilgili idarece tespiti,
fenni mesulce tespiti ve ihbarı veya herhangi bir şekilde bu duruma muttali
olunması üzerine kanundaki belirtilen işlemlerin takip edilmesi suretiyle
belirtilen süre içinde yapının imara uygun getirilmemesi halinde belediye
encümeni veya il idare kurulu kararını müteakip, belediye veya valilikçe
yıktırılır ve masrafı yapı sahibinden tahsil edilir. Birbirine bağlı zincirleme
işlem niteliğinde olan yıkım kararı her ne kadar idari işlem olsa da doğurduğu
sonuç olan “yıkım” vakıası bakımından non bis in idem ilkesi kapsamında
incelenmelidir. Bu bağlamda idari işlem niteliğinde olan yıkım kararının aynı zamanda
idari yaptırım niteliğinin olup olmadığını tartışmak gerekmektedir. Tümdengelim
metodunu izleyerek açıklamak gerekirse yaptırım; toplumsal hayatı düzenleyen
kurallara uyulmadığında karşılaşılan tepkidir. İdari
yaptırımlar, genel anlamda, idari düzeni ihlal edenlere karşı idarenin hükmedip
uyguladığı yaptırımları ifade etmektedir. Araya herhangi bir yargı kararı
girmeden uygulanan bu yaptırımlar, bir idari işlem teşkil etmekle beraber,
bildiğimiz idari işlemlerden farklıdırlar. Çünkü bu işlemler caydırıcılık ve
cezalandırıcılık özelliklerine sahiptir.[26]
Yukarıda açıklandığı üzere yaptırımlar, bireylerin temel hak ve özgürlüklerine
müdahale teşkil ederler. O halde yıkım kararının ceza niteliğinde olup olmadığı
yoksun bıraktığı hak ve özgürlükler bağlamında incelenmelidir. İdarenin yıkım
kararı, en başta Anayasa madde 35 “ Mülkiyet hakkının kamu yararı amacıyla
kanunla sınırlanması” bağlamında temel hak ve özgürlüklerden olan mülkiyet
hakkına bir müdahale teşkil etmektedir. Bu bağlamda idare mülkiyet hakkına
hukuka aykırılıkları gidermek anlamında yetkilidir. Yetki tartışmasına girmeden
yıkım kararının cezalandırıcı etkisi üzerinde durmak gerekirse, mülkiyet hakkı, kişinin bağımsızlığının
ve eylem özgürlüğünün temelini oluşturduğu için korunmaya değerdir. Özel
mülkiyet kurumu, sosyal ve ekonomik düzenin temel hukuk normudur.[27] Bu
bağlamda bireyin hukuka aykırı fiili nedeniyle mülkiyet hakkına müdahale
edilecek ve yıkım gerçekleşecektir. Yıkım sonucu olarak mülkiyet hakkına
binayen yapı inşa etmiş yapı sahibine her ne kadar kendi hakkına dayansa da
–aksi de olabilir- mevcut hukuk düzenine aykırı kullanılması neticesinde
idarece yaptırım uygulanarak bu hakkına müdahale yapılması bir ceza niteliğinde
olduğu, yine yapı sahibinin –hukuka aykırı olsa bile- yıkılan yapı için maddi
zararı oluşacağı gibi duruma göre manevi zararı da oluşacağı, bununla birlikte
bireyin acı ve ızdırap çekeceği aşikardır. Dolayısıyla yıkım kararı sonuçları
itibariyle bir idari yaptırım olarak değerlendirilebilir. Diğer taraftan
yukarıda açıkladığım üzere af kapsamına sadece ceza olan fiiller girebilir. O
halde kamuoyunda sıkça karşılaştığımız imar affı[28] gibi
uygulamaların ceza niteliğinde olan fiillerin affedilebileceği sonucu
karşısında, imar affına uğramış olan mevcut mevzuatımıza göre imara aykırı yapı
niteliğinde olan ve yıkılması gereken veya yıkım kararı alınan veya idari para
cezası kesilen bina hiç imara aykırılık gerçekleşmemiş gibi değerlendirilecek,
adeta imara uygun bir yapı gibi hukuki varlık kazanacaktır. Keza Geçici Madde
16- (Ek: 11/5/2018-7143/16 md.) olarak düzenlenen İmar Affı kapsamında söz
konusu geçici 16. Maddenin 4. Fıkrası uyarınca 3194 sayılı İmar Kanuna göre
alınmış yıkım kararları ve idari para cezalarının da iptal edileceği
belirtilmiştir. Ceza hukukundaki affın da hükümlüler üzerinde daha önce hiç suç
işlememiş gibi hüküm ve sonuç doğurduğu göz önüne alındığında yıkım kararının
bir ceza niteliğinde olduğu, yasama organının cezayı gerektiren bir fiil olarak
yıkım cezasını affettiği, sonuç olarak bu cezayı gerektiren eylem hiç
yapılmamış gibi değerlendirilerek imara uygunluğun tesis edileceği apaçık
ortadadır. O halde söz konusu imara aykırılık gerçekleştiğinde non bis in idem
ilkesi gereği idare, aynı fiile yönelik olarak hem yıkım kararı hem idari para
cezası vermekten kaçınmalıdır. Uygulamada sıkça karşılaşıldığından dolayı
ulusal mevzuatımızda gerektiği takdirde kazuistik düzenleme yapılarak mevcut
anayasal düzenleme kapsamında temel hak ve özgürlüklere ilişkin öncelikle
uygulanması gereken AİHS 7 numaralı Ek Protokolü’nün 4. Maddesi gereği non bis
in idem ilkesi göz önünde bulundurulmalıdır.
Sonuç
Nihayetinde non bis in idem ilkesinin
ceza hukukuna ilişkin evrensel bir kural olarak hukukun cezai nitelikteki tüm
kurallarına uygulanabilecek nitelikte olduğu aşikardır. Dolayısıyla “non bis in
idem” ilkesinin uygulanabilmesi için adı geçen Protokole taraf olmaya dahi
gerek yoktur. Zira, bu ceza hukuku ilkesi evrensel nitelikte olup Anayasamızda
yer alan hukuk devleti ilkesinin olmazsa olmazlarındandır. Bu bağlamda söz konusu ilkenin cezai nitelikte
olması şart olmak üzere ister idarece ister mahkemeler tarafından verilen
kararlarda uygulanması hukuk devleti ilkesi ve dolayısıyla temel hak ve
özgürlüklerin korunması için elzemdir. Diğer bir deyişle söz konusu ilke, idare
hukukunun alt dalı olarak kabul edilen imar hukuku bağlamındaki imara
aykırılıklar dolayısıyla idarece düzenlenen idari yaptırımlarda, açıkça idari
yaptırım olarak düzenlenmese dahi, niteliği itibariyle yaptırım yani ceza niteliğinde
olan tüm kararlara uygulanması gerekir.
Yıkım kararının idari yaptırım niteliği
hususu açıkladığım üzere göz önüne alınmalı ve non bis in idem ilkesi
çerçevesinde değerlendirilmelidir. Yukarıda detaylandırdığım görüşüme karşı
idare hukuku gereklilikleriyle ( kamu
düzeni, normun konuluş amacının ve uygulanma temelinin farklı olması vs.) karşı
çıkılarak mevcut düzenlemelerin bu normun bu şekilde uygulanamayacağı ifade
edildiği takdirde söz konusu ilkenin mevcudiyeti karşısında hukukun uygulanması
söz konusu olduğu bahsiyle ( her ne kadar üst norm olan AİHS dolayısıyla buna
gerek olmadığını düşünsem de ) mevzuatımızda yasal boşluk olduğu gerçeği kabul
edilmeli ve kanun koyucu bu durumu acilen göz önüne alarak bu boşluğu
doldurmalıdır. Keza açıklandığı üzere söz konusu ilkenin uygulanmaması kamu
vicdanı zedeleyecek ve adalete olan inancı sarsacak hatta uygulamaya
bakıldığında mevcut durumun bu şekilde süregeldiği göz önüne alınırsa bu konu
bağlamında toplumun adalet bilinci ortadan kalkmaya yüz tutacaktır.
YARGITAY 21. HUKUK DAİRESİNİN E.2010/5709
K.2011/6261 SAYILI 12.07.2011 TARİHİLİ KARARININ SOSYAL GÜVENLİK HUKUKU
BAĞLAMINDA DEĞERLENDİRİLMESİ
Ali Fuat ÇİÇEKLİ*
ÖZET
İşbu
karar incelemesinde Yüksek mahkemenin sigortalıların hizmet tespitinin, diğer
bir deyişle sigortalılığın saptanmasında uygulanması gereken yöntem ve usulün
açıklanması hasebiyle apartmanın/sitenin genel bakımıyla ilgilenen (
merdivenleri yıkayan, çöp toplayan, küçük çaplı gündelik ev ihtiyaçlarının
teminini sağlayan apartman görevlileri, kapıcılar) kişilerin sigortalı
sayılacaklarını belirttiği saptanarak bu bağlamda inceleme yapılmıştır.
T.C.
YARGITAY
21.Hukuk
Dairesi
Esas:
2010/5709
Karar:
2011/6261
Karar
Tarihi: 12.07.2011
TESPİT DAVASI - HİZMET VE İŞÇİ
ALACAĞININ TESPİTİ - DAVACININ KAPICI OLARAK ÇALIŞTIĞI - İŞLERDEN ARTAN
ZAMANLARDA EVLERE TEMİZLİĞE GİDEN DAVACININ ÇALIŞMALARININ TAM SÜRELİ OLUP
OLMADIĞI
ÖZET: Davacının, davalı işyerinde
26.4.1996 - 27.4.2006 tarihleri arasında kapıcı olarak çalıştığına yönelik
mahkemenin kabulü yerindedir. Uyuşmazlık, tanık anlatımlarına göre kalorifer
tesisatı olmayan apartmanda, merdiven temizliği yapan, çöp toplayan,
ekmek-gazete dağıtan ancak bu işlerden artan zamanlarda evlere temizliğe giden
davacının çalışmalarının tam süreli (ayda 30 gün) veya kısmi süreli (part time)
olup olmadığı noktasında toplanmaktadır. Mahkemenin bu yönde yeterli ve gerekli
bir araştırma yapmadan davacının davalı apartman işyerinde tam süreli
çalıştığını kabul etmesi doğru olmamıştır.
(506 S. K. m. 2, 3, 6, 79) (5510 S.
K. m. 86) (4857 S. K. m. 13) (YHGK. 16.9.1999 T. 1999/21-510 E. 1999/527 K.)
(YHGK. 03.11.2004 T. 2004/21-480 E. 2004/579 K.)
Dava: Davacı, davalılardan işverene
ait işyerinde 26.4.1996-27.4.2006 tarihleri arasında geçen çalışmalarının ve
işçi alacağının tespitine karar verilmesini istemiştir.
Mahkeme ilamında belirtildiği
şekilde, isteğin kısmen kabulüne karar vermiştir.
Karar: Hükmün davalılar vekilleri
tarafından temyiz edilmesi üzerine temyiz isteğinin süresinde olduğu
anlaşıldıktan ve Tetkik Hakimi S. Ö. tarafından düzenlenen raporla dosyadaki
kağıtlar okunduktan sonra işin gereği düşünüldü ve aşağıdaki karar tespit
edildi.
1- Dosyadaki yazılara, toplanan
delillere, hükmün dayandığı gerektirici nedenlere göre davalıların aşağıdaki
bendin kapsamı dışındaki diğer temyiz itirazlarının reddine,
2- Dava, davacının
26.4.1996-27.4.2006 tarihleri arasında geçen ve Kuruma bildirilmeyen sigortalı
çalışmalarının tespiti ile işçilik alacaklarının tahsili istemine ilişkindir.
Mahkemece, davanın kısmen kabulü
ile davacının 09/10/2002-31/10/2002 tarihleri arasında dava dışı A. Sigorta
Aracılık Hizmetleri Tic. Ltd. Şti işyerinde geçen 23 günlük sigortalı çalışması
ile 2002 yılının 12. ayına ait 30 günlük isteğe bağlı sigortalılığı dışında
26/04/1996 - 27/04/2006 tarihleri arasında davalı işyerinde aylık yasal brüt
asgari ücretle çalıştığının tespitine, fazla istemin reddine, tazminat ve
alacak istemlerinin bu davadan tefrik edilmesi nedeniyle esası hakkında karar
verilmesine yer olmadığına karar verilmiştir.
Davanın yasal dayanağını oluşturan
506 sayılı Yasa'nın 79/10. ve 5510 sayılı Yasa'nın 86/9. maddeleri bu tip
hizmet tespiti davaları için özel bir ispat yöntemi öngörmemiş ise de davanın
niteliği kamu düzenini ilgilendirdiği ve bu nedenle özel bir duyarlılık ve
özenle yürütülmesi gerektiği Yargıtay'ın ve giderek Dairemizin yerleşmiş
içtihadı gereğidir.
Yasal dayanağı 506 sayılı Yasa'nın
79/10. ve 5510 sayılı Yasa'nın 86/9. maddeleri olan bu tür davalarda öncelikle
davacının çalışmasına ilişkin belgelerin işveren tarafından verilip verilmediği
ya da çalıştıklarının Kurumca tespit edilip edilmediği yöntemince
araştırılmalıdır. Bu yasal koşul oluşmuşsa işyerinin o dönemde gerçekten var
olup olmadığı, Kanun'un kapsamında veya kapsama alınacak nitelikte bulunup
bulunmadığı eksiksiz bir şekilde belirlenmeli daha sonra çalışma iddiasının
gerçeğe uygunluğu özel bir duyarlılıkla araştırılmalıdır. Çalışma olgusu her
türlü delille ispatlanabilirse de çalışmasının konusu, sürekli kesintili
mevsimlik mi olduğu, başlangıç ve bitiş tarihleri ve alınan ücret konularında
tanıkların sözleri değerlendirilirken bunların inandırıcılığı üzerinde
durulmalı, verdikleri bilgilere nasıl vakıf oldukları, işveren ve işçiyle,
işyeriyle ilişkileri, bazen uzun yılları kapsayan bilgilerin insan hafızasında
yıllarca eksiksiz nasıl taşınabileceği düşünülmeli ve tanıklar buna göre
dinlenmeli, işyerinin kapsam kapasite ve niteliği ile bu beyanlar kontrol edilmeli,
mümkün oldukça işyerinin müdür, amir, şef, ustabaşı ve posta başı gibi
görevlileri ve o işyerinde çalışan öteki kişiler ile o işyerine komşu ve yakın
işyerlerinde bu yeri bilen ve tanıyanlar dahi dinlenerek tanık beyanlarının
sağlığı denetlenmeli ve çalışma olgusu böylece hiç bir kuşku ve duraksamaya yer
bırakmayacak sağlıklı bir biçimde belirlendikten sonra ücret konusu üzerinde
durulmalı, tespiti istenilen sürenin evvelinde ve sonrasında beyyine başlangıç
sayılabilecek ödeme belgeleri ve sair bu nitelikte bir belge yoksa Hukuk
Muhakemeleri Usulü Kanunun m.288 de yazılı sınırları taşan ücret alma
iddialarında yazılı delil aranmalı, bu sınırlar altında kalan ücret alma
iddialarında ücret miktarları tanıklardan sorulmalı, 506 sayılı Yasa'nın 3/B-D
maddeleri ile 5510 sayılı Yasa'nın 6/a-c maddelerinde de olduğu gibi ücretin
sigortalı sayılmanın koşulu olan durumlarda ücret alma olgusunun var olup
olmadığı özellikle saptanmalıdır. Bu davalarda işverenin kabulünün tek başına
hukuki bir sonuç doğurmayacağı göz önünde tutulmalıdır. Yargıtay Hukuk Genel
Kurulunun 16.9.1999 gün 1999/21-510-527, 30.6.1999 gün 1999/21-549-555-
3.11.2004 gün 2004/21- 480-579 sayılı kararları da bu doğrultudadır
Yukarıda açıklanan hususlar,
yeterli ve gerekli bir araştırmayla ve deliller hep birlikte değerlendirilerek
aydınlığa kavuşturulduktan sonra o çalışmanın sigortalı çalışma niteliğinde
olup olmadığı, ya da ne zaman bu niteliğe kavuştuğu yönü üzerinde durulmalı ve
çalışmayı kapsama alan yasanın yürürlük tarihinden sonraki dönem için hizmetin
tespitine karar verilmelidir.
Dosyadaki kayıt ve belgelerden,
davalı Aytaç Apartmanı işyerinde kapıcı olarak çalışan davacının sigortalı
çalışmalarının Kuruma bildirilmediği gibi işe giriş bildirgesinin de
düzenlenmediği, davacının dava dışı A. Sigorta Aracılık Hizmetleri Tic. Ltd.
Şti'ne ait kafeterya işyerinde 09/10/2002-31/10/2002 tarihleri arasında geçen
23 günlük çalışmasının Kuruma bildirildiği, davacının 2002 yılı Aralık ayında
506 sayılı Yasa kapsamında 30 gün isteğe bağlı sigorta primi ödediği, kolluk
görevlileri tarafından düzenlenen “Konutta Kalanlara Ait Kimlik Bildirim
Belgesine” göre davacı ve ailesinin Aytaç Apartmanının kapıcı dairesinde
19.01.2006 tarihinden itibaren ikamet ettikleri, Mersin Cumhuriyet
Başsavcılığı'nın 2008/275 sayılı soruşturma dosyasında müşteki sıfatıyla
15.01.2008 tarihinde beyanı alınan apartman yöneticisi E. D.'ın; apartmanda
depo olarak kullanılan yeri 15 günde bir merdiven temizliği ve çöplerin
toplanması karşılığında davacı ve ailesine konut olarak tahsis ettiklerini,
merdivenlerin temizlenmesi karşılığında her ay 20,00 TL verdiğini kabul etmekle
birlikte davacı ile aralarında kapıcılık nedeniyle hizmet sözleşmesi
bulunmadığını iddia ettiği, tanık anlatımlarına göre davacının 1996-2006
yılları arasında kapıcı olarak çalıştığı, kalorifer tesisatı olmayan apartmanda
merdiven temizliği yaptığı, çöp topladığı ve ekmek-gazete dağıttığı, davacının
bu işlerden artan zamanlarda evlere temizlikçi olarak gittiği, 18.11.2000
tarihinden itibaren davacıya düzenli olarak temizlik ücreti ödendiği, yönetim
kurulu karar defterinde davacı ile ilgili bir karar bulunmadığı
anlaşılmaktadır.
Yukarıda yer alan maddi ve hukuki
olgular çerçevesinde, davacının, davalı işyerinde 26.4.1996 - 27.4.2006
tarihleri arasında kapıcı olarak çalıştığına yönelik mahkemenin kabulü
yerindedir. Uyuşmazlık, tanık anlatımlarına göre kalorifer tesisatı olmayan
apartmanda, merdiven temizliği yapan, çöp toplayan, ekmek-gazete dağıtan ancak
bu işlerden artan zamanlarda evlere temizliğe giden davacının çalışmalarının
4857 sayılı Yasa'nın 13. maddesine göre tam süreli (ayda 30 gün) veya kısmi
süreli (part time) olup olmadığı noktasında toplanmaktadır. Mahkemenin bu yönde
yeterli ve gerekli bir araştırma yapmadan davacının davalı apartman işyerinde
tam süreli çalıştığını kabul etmesi doğru olmamıştır.
Yapılacak iş, mahkemenin davacının
çalıştığını kabul ettiği dönemde komşu apartman kapıcıları ve dava konusu
apartmana yakın bakkal ve benzeri işyerleri ile apartman yöneticilerini tanık
olarak dinleyerek, apartmanın büyüklüğü, daire sayısı, bahçesi olup olmadığı,
varsa büyüklüğü araştırılıp davacının sürekli olarak bir günde kaç saat
çalıştığı, giderek haftalık ve aylık çalışma süreleri belirlenerek, 4857 sayılı
İş Kanunu'nun 63. maddesi gereğince 7.5 saat çalışma bir günlük çalışma hesabı
ile kaç iş gününe karşılık olduğu hususunda bir uzman bilirkişinin görüşü de
alınmak suretiyle karar vermekten ibarettir.
Mahkemece, bu maddi ve hukuki
olgular göz önünde tutulmaksızın eksik inceleme ve araştırma ile yazılı şekilde
hüküm kurulması usul ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir.O halde, davalıların
bu yönleri amaçlayan temyiz itirazları kabul edilmeli ve hüküm bozulmalıdır.
Sonuç: Hükmün yukarıda açıklanan
nedenlerle BOZULMASINA, aşağıda yazılı temyiz harcının istek halinde temyiz
edenlerden ilgilisine iadesine, 12.07.2011 gününde oybirliği ile karar verildi.
(¤¤)
KARARIN DEĞERLENDİRMESİ
1)
Dava konusu olayda davacı, davalı Aytaç
Apartmanı işyerinde kapıcı olarak çalıştığını aralarında yazılı olarak bir
hizmet sözleşmesi bulunmasa dahi zımnen bu sözleşmenin oluştuğunu, dolayısıyla
sigortalı olarak kuruma bildirilmesi gerekirken bildirim yapılmaması sebebiyle
o işyerinde işçi olarak çalıştığının tespitini istemiştir.
2)
Davalı işveren ise karardan
anlaşılacağı üzere çöp toplayan, merdiven temizleyen kişinin 5510 sayılı kanuna
göre kapıcı sayılmayacağını, davacı ile aralarında bir iş sözleşmesinin
bulunmadığını dolayısıyla davacının sigortalı çalışma niteliğinde olmadığını ve
davacının çalışmasının 5510 sayılı kanunun kapsamında olmadığını ileri
sürmüştür.
3)
Yerel mahkeme davanın kısmen kabulü
ile davacının 26/04/1996 – 27/04/2006 tarihleri arasında davalı işyerinde aylık
yasal brüt asgari ücretle çalıştığının tespitine, fazla istemin reddine,
tazminat ve alacak istemlerinin bu davadan ayrılması nedeniyle esas hakkında
karar verilmesine yer olmadığına karar vermiştir.
4)
Karar gerekçesinden de anlaşılacağı
üzere uyuşmazlık hizmet tespitine ilişkin olarak davacının sigortalı sayılmasını gerektirecek
şartların oluşup oluşmadığının tespiti üzerinde toplanmış ve Yargıtay bu konuda
çeşitli içtihatlardan ve ilkelerden yararlanılarak bu tespitin yapılacağını
belirtmiştir.
5)
Yüksek mahkeme gerekçesinde, hizmet
tespitinin incelenmesinde belirli bir sıraya uymamış öncelikle davacının iş
ilişkisi bağlamında sigortalı sayılıp sayılmayacağı konusunda ve bunun üzerine
değerlendirme yapması gerekirken bu aşamayı atlayıp direk fiili çalışma olgusu
üzerine durmuş ve ilgili koşulları açıklamıştır.
6)
Karar gerekçesinde kalorifer
tesisatı olmayan apartmanda çöp toplayan, merdiven temizleyen, ekmek-gazete
dağıtan kapıcı ile işveren arasındaki ilişkinin iş sözleşmesine dayandığını
kabul ederek davacının çalışmalarının 4857 sayılı İş yasasının 13. Maddesine
göre tam süreli veya kısmi süreli olup olmadığının tespiti üzerinde durulmuş,
yerel mahkemenin bu yönde yeterli bir araştırma yapmadan davacının davalı
apartman işyerinde tam süreli çalıştığını kabul etmesini gerekçe göstererek
eksik inceleme ve araştırma yapıldığı gerekçesiyle hükmü bozmuştur. Dolayısıyla
Yargıtay, bu hususun tespitinin yapılması ve bunun sonucuna göre karar
verilmesi gerektiğine karar vermiştir.
7)
Yüksek mahkemenin kararı, sosyal
güvenlik hukuku bağlamında değerlendirilecek olup somut olayda iddia edilen
nitelikleri taşıyan kişinin sigortalı sayılıp sayılamayacağı, sayılacaksa hangi
ölçütlerin kullanılması gerektiği ve fiili çalışma olgusunun tespitinde
kullanılan ölçütler değerlendirilerek incelenecektir.
8)
Anayasa'nın 12. maddesine göre;
"Herkes kişiliğine bağlı, dokunulmaz devredilmez, vazgeçilmez, temel hak ve
hürriyetlere sahiptir.". Sosyal güvenlik hakkı, bireylerin geleceğe
güvenle bakmalarını sağlayan bir insan hakkıdır. Aynı zamanda "sosyal
güvenlik, sosyal hukuk devleti içerisinde yer alan ve bu ilkeyi oluşturan temel
kavramlardan birisidir". Bu esası göz önüne alan anayasa koyucu
"Sosyal ve Ekonomik Haklar ve Ödevler" başlığı altında sosyal
güvenlik hakkını da düzenlemiş ve 60. madde ile "Herkes sosyal güvenlik
hakkına sahiptir. Devlet, bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alır ve
teşkilatı kurar" hükmünü getirmiştir. Bu iki hüküm birlikte
değerlendirildiğinde, sosyal güvenlik hakkının kişiye sıkı sıkıya bağlı
dokunulmaz ve vazgeçilemez bir hak olduğu sonucuna ulaşılmaktadır.5510 Sayılı
Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunun 92. maddesinde. bu ilke
aynen benimsenerek, çalışanların işe alınmalarıyla kendiliğinden sigortalı
olduğu, bu suretle sigortalı olmak hak ve yükümünden kaçınılamayacağı ve
vazgeçilemeyeceği, sözleşmelere sosyal sigorta yardım ve yükümlerini azaltmak
veya başkasına devretmek yolunda hükümler konulamayacağı belirtilmiştir. Bu
haliyle sigortalı olmak, kişi bakımından sadece bir hak olmayıp aynı zamanda
bir yükümlülüktür. (YARGITAY 10. HUKUK DAİRESİ E. 2015/1000 K. 2015/2972 T.
24.2.2015)
9)
5510 sayılı kanunun m. 4/1-a bendi
kural olarak, iş sözleşmesi ( hizmet akdi/sözleşmesi ) ölçütü çerçevesinde
bağımlı çalışanları kapsamına almakta ve sigortalı saymaktadır.5510 sayılı
kanuna göre, “ Hizmet akdi ile bir veya birden fazla işveren tarafından
çalıştırılanlar “ sigortalı sayılırlar. (m.4/1-a ) Bu tanım 4857 sayılı kanunun
işçi tanımına benzemektedir. Bundan dolayı genel olarak 4857 sayılı kanuna göre
işçi sayılanlar, 5510 sayılı kanun anlamında sigortalı sayılırlar. Ancak tam
manasıyla özdeş sayılmazlar ve çeşitli istisnalar bulunur. 506 sayılı kanun
döneminde sigortalı niteliğini kazanmanın koşulları üç başlık altında
toplanmıştı. Bunlar : 1. Çalışma ya da iş ilişkisinin, kural olarak, hizmet
sözleşmesine dayanması, 2. İşin işverene ait işyerinde veya işyerinden sayılan
yerlerde yapılması 3. Çalışanın SSK m.3’da (şimdiki SSGSS m.6) sayılanlar
arasında bulunmaması. Bu ölçütler 5510 sayılı yasa kapsamında da bulunmaktadır.
Dolayısıyla bu üç unsurun aynı anda olması zorunludur.
10) Yargıtay,
kararlarında sosyal sigortalar açısından hizmet sözleşmesinin varlığını, zaman
ve bağımlılık unsurlarından hareketle belirlemektedir. Bu bağlamda hizmetin
belirli veya belirli olmayan bir zaman içerisinde yapılması, işçinin işini
işverenin denetimi ve gözetimi altında yapması, edimin ücret karşılığında
yapılması ve ücretin zaman esası üzerinden saptanması gibi ölçütler
kullanmıştır.
11) Hizmet
sözleşmesi TBK m. 393/1 de “ İşçinin işverene bağımlı olarak belirli veya
belirli olmayan süreyle iş görmeyi ve işverenin de ona zamana veya yapılan işe göre
ücret ödemeyi üstlendiği sözleşmedir. Buna göre hizmet (iş) sözleşmesi; iş,
ücret ve bağımlılık olmak üzere üç unsurdan oluşur. Ancak 5510 Sayılı Kanunun
6/a, 7/a, 82/2-3. maddeleriyle hükmünde açıkça görüldüğü üzere sigortalılık
anlamında ücret unsuru zorunlu değildir. Konu doktrinde de ele alınmış ve ücret
almadan yapılan çalışmaların da sigorta kapsamına alınması gerektiği genel
olarak kabul görmüştür. Diğer unsur olan bağımlılık ve bu kapsamda ele alınması
gereken zaman unsuru, hizmet akdinin ayırt edici özelliğidir. Bu bağlamda
hizmet sözleşmesinin varlığı ve sigortalılığın tespiti bağlamında bağımlılık
unsurunun irdelenmesi gerekir.
12) Bağımlılık, iş ve sosyal güvenlik
hukuku uygulamasında temel bir ilke olup, bu unsur, hizmetini işverenin gözetimi
ve yönetimi altında yapmayı ifade eder. Genel anlamda bağımlı
çalışma, işverenin belirleyeceği yerde ve zamanda, işverence sağlanacak teknik
destek ve işverenin denetim ve gözetiminde yapılan çalışmadır, işverenin
yönetim ( talimat verme ) hakkı karşısında işçinin talimatlara uyma ( itaat )
borcu yer alır. Bir işin görülmesi süreci içinde işçinin faaliyeti, çalışma
şekli, yeri, zamanı ve işyerindeki davranışları düzenleyen talimatlar veren
işveren onu kişisel bağımlılığı altında tutar. Bu sözleşmede var olan
otorite/bağımlılık ilişkisi taraflar arasında kaçınılmaz olarak bir hukuki
hiyerarşi yaratır. (YARGITAY 10. HUKUK DAİRESİ E. 2015/1000 K. 2015/2972 T.
24.2.2015 )
13) Karar
gerekçesinde davacının belirtilen yıllarda apartmanda ikamet ettiği tespit
edilmiş, davalının açıklamasına göre apartmanda depo olarak kullanılan yeri 15
günde bir merdiven temizliği ve çöplerin toplanması karşılığında davacı ve
ailesine konut olarak tahsis ettiklerini, merdiven temizlenmesi karşılığında
her ay 20 TL verdiğini kabul etmiş fakat aralarında hizmet sözleşmesi
bulunmadığını ileri sürmüş, bunun üzerine tanık beyanları dinlenmiş ve
davacının bu anılan işleri yaptığı tespit edilmiş ardından davacının sigortalılığının
bulunduğu tespit edilmiştir. Dolayısıyla yukarıdaki ölçütler kullanılarak
-özellikle bağımlılık unsurunun varlığı- sigortalılığın tespitinde bulunulması
ve davacı ile davalı arasında bir hizmet ilişkisinin bulunup bulunmadığı tespit
edilmesi gerekirken bu hususun göz ardı edilmesi doğru olmamıştır.
14) Fiili çalışma olgusunun tespiti konusunda; Sigortalılık
niteliği, kural olarak hizmet sözleşmesinin yapıldığı tarihte değil, fiilen işe
başlama tarihinde kazanılır. Dolayısıyla işe giriş bildirgesinin verilip
verilmemesi ya da bu belgenin ne zaman verildiği önemli değildir.
15) Mahkemenin,
bu tür sigortalı hizmetlerin tespitine dair davaların, kamu düzeniyle ilgili
olduğu ve bu sebeple de özel bir duyarlılıkla ve özenle yürütülmesinin zorunlu
ve gerekli bulunduğu gözetilerek, bu çerçevede, hak kayıplarının ve gerçeğe
aykırı sigortalılık süresi edinme durumlarının önlenmesi, temel insan
haklarından olan sosyal güvenlik hakkının korunabilmesi için, bu tür davalarda
tarafların gösterdiği kanıtlarla yetinilmeyip, gerek görüldüğünde resen
araştırma yapılarak kanıt toplayabileceği de göz önünde bulundurulmalıdır.
Karar gerekçesinde önceki içtihatlar ( YARGITAY 21. HUKUK DAİRESİ E. 2014/8915
K. 2015/5 843 T. 23.3.2015) aynen tekrar edilerek “Bu tür davalarda öncelikle
davacının çalışmasına ilişkin belgelerin işveren tarafından verilip verilmediği
yöntemince araştırılmalıdır. Bu koşul oluşmuşsa işyerinin gerçekten var olup
olmadığı kanun kapsamında veya kapsama alınacak nitelikte bulunup bulunmadığı
eksiksiz bir şekilde belirlenmeli daha sonra çalışma olgusunun varlığı özel bir
duyarlılıkla araştırılmalıdır. Çalışma olgusu her türlü delille ispat
edilebilirse de çalışmanın konusu niteliği başlangıç ve bitiş tarihleri
hususlarında tanık sözleri değerlendirilmeli, dinlenen tanıkların davacı ile
aynı dönemlerde işyerinde çalışmış ve işverenin resmi kayıtlara geçmiş bordro
tanıkları yada komşu işverenlerin aynı nitelikte işi yapan ve bordrolarına
resmi kayıtlarına geçmiş çalışanlardan seçilmesine özen gösterilmelidir. Bu tanıkların
ifadeleri ile çalışma olgusu hiçbir kuşku ve duraksamaya yer vermeyecek şekilde
belirlenmelidir.” şeklinde ifade
edilmiştir.
16) Dolayısıyla
Yüksek mahkeme isabetli olarak fiili çalışma olgusunun tespitinde, eylemli
olarak işe başlamayı esas almak üzere durumun gerçek niteliğinin bulunması
yönünde karar vermiştir.
17) Sonuç olarak yüksek mahkemenin kararının
sosyal güvenlik hukuku açısından genel bir değerlendirmesi yapıldığında zorunlu
sigortalılık kapsamında 5510 sayılı kanun m.4/1-a çerçevesinde iş sözleşmesine
göre çalışanların sigortalı niteliğini kazanma koşulları -özellikle iş
sözleşmesinin unsurları- yeterince incelenmeden karar verilmiş fakat fiili
çalışma olgusunun varlığının tespitinde kullanılacak ölçütler hakkında isabetli
gerekçelerde bulunulmuştur.
TÜRK VE İNGİLİZ HUKUKUNDA TEKNE SİGORTASININ KANUNİ
VE AKDİ TEMELLERİ[29]
Ali Fuat ÇİÇEKLİ
Sigorta kavramı 6102 sayılı Türk
Ticaret Kanunu madde 1401’de sigorta sözleşmesinin tanımı yapılarak
açıklanmaktadır. Söz konusu maddeye göre;
“ Sigorta sözleşmesi,
sigortacının bir prim karşılığında, kişinin para ile ölçülebilir bir menfaatini
zarara uğratan tehlikenin, rizikonun, meydana gelmesi hâlinde bunu tazmin
etmeyi ya da bir veya birkaç kişinin hayat süreleri sebebiyle ya da hayatlarında
gerçekleşen bazı olaylar dolayısıyla bir para ödemeyi veya diğer edimlerde
bulunmayı (örneğin hukuki yardım yapmayı) yükümlendiği sözleşmedir.”
Dünya deniz
ticaretinde uygulanan sigorta türlerinin en önemlileri gemilerin tekne ve
makinesine ilişkin "Tekne Sigortası", ve donatanın tekne sigortası
poliçeleriyle temin edilemeyen sorumluluklarını teminat altına alan "Kulüp
Sigortası" dır. Türk deniz ticaret filosundaki son yıllardaki gelişmenin
aksine, deniz sigortacılığı, deniz sigorta hukuku ve dünya deniz ticaretinde
uygulanan ve menşei İngiliz Hukukunda 1688 yıllarına dayanan tekne ve kulüp
sigorta türleri konusunda, Türkiye genelinde tam anlamıyla bir bilgi kaynağına
ve deneyimine sahip olunamamıştır. Bunun sonucu olarak, Türk bayraklı
gemilerinin tekne sigortasının ancak Türk sigorta şirketleri aracılığıyla
özellikle Londra piyasasından reasürans yoluyla, kulüp sigortasının ise
doğrudan doğruya Londra piyasasındaki kulüplerden temin edilmekte olduğu
görülmektedir. Türk deniz sigorta hukukundaki bu bilgi ve kaynak eksikliği,
gemilerin deniz ticaretinde faaliyet göstermesi sırasında üçüncü şahıslara ait
hak ve menfaatler açısından maruz kalınabilecek sorumlulukları teminat altına
alan ve bir mali mesuliyet sigortası türü olan kulüp sigortasının hukuki açıdan
incelenmesini ve Türk deniz sigorta hukukunda uygulanabilme özelliğinin tespit
edilmesini zorunlu kılmaktadır.
Deniz sigortaları Tekne
sigortası, yük sigortası ve mali sorumluluk sigortası olmak üzere 3’e
ayrılmakla beraber ödevin konusu bağlamında tekne sigortasını kısaca tanımlamak
gerekirse ; Tekne sigortası, geminin zıya veya hasara uğraması ya da
malikin hâkimiyet alanından çıkması sonucu gemi malikinin malvarlığında meydana
gelecek azalmanın teminat altına alındığı bir deniz sigortası türüdür. Keza
Tekne Poliçesi Genel Şartları’nın A-3 bendi Sigorta Teminatının Kapsamı
başlıklı maddesinde ;
“Bu sigorta,
rizikonun gerçekleşmesi sonucu gemi veya diğer deniz ve göl araçlarının yahut
bunlara ilişkin diğer menfaatlerin uğrayacağı ziya ve hasarı, ayrıca teminata
dahil edilmişse sorumluluk tazminatını, yahut bunlarla ilgili masrafları kapsar.”
Tekne sigortasının tanımı yapılmıştır.
TEKNE SİGORTASININ KANUNİ VE AKDİ TEMELİ
Tekne
sigortaları tanımdan da anlaşılacağı üzere hukuki niteliği itibariyle zarar
(tekne sigortasında; mal sigortası ) sigortasıdırlar. Keza, Tekne sigortası,
teminat kapsamındaki bir rizikonun gerçekleşmesi sonucu geminin zıya veya
hasara uğraması ya da malikin hakimiyet alanından çıkması sebebiyle gemi
malikinin malvarlığının aktifinde meydana gelecek azalmaya karşı teminat
verilmektedir. Yani sigorta ettiren/sigortalının rizikonun gerçekleşmemesinde
menfaati bulunmaktadır. Keza bu husus TTK madde 1453’te düzenlenmiştir. Söz
konusu maddeye göre ;
(1)
Rizikonun gerçekleşmemesinde menfaati bulunanlar, bu
menfaatlerini mal sigortası ile teminat altına alabilirler. (2) Rizikonun
gerçekleşmesi sonucu doğan kazanç kaybı ile sigorta edilen malın ayıbından
doğan hasarlar, aksine sözleşme yoksa, sigorta kapsamında değildir. Mal
bağlamında kazancın, makul sınırı aşan kısmı sigorta edilemez. (3) Mal
sigortası niteliğindeki grup sigortalarında; mal girmesi veya çıkması sebebiyle
mal topluluğunda değişiklikler meydana gelmiş olsa bile, sözleşme bütün
hükümleriyle geçerlidir. (4) Mal topluluğu için yapılan mal sigortası,
topluluğa dâhil münferit parçaları da kapsar.
TÜRK HUKUKUNDA KANUNİ VE AKDİ TEMEL
Tekne sigortası sözleşmeleri TTK ve Tekne Poliçesi Genel Şartlarına tabi
olarak akdedilmekte, İngiliz tekne klozları özel şart olarak eklenmektedir.
KANUNİ TEMEL
Deniz sigortaları ile ilgili özel bir düzenleme bulunmadığından dolayı
TTK’nın Sigorta Hukuku kitabında, Sigorta Hukuku Kitabının Genel Hükümleri ile
İkinci Kısım Birinci Bölüm (Zarar Sigortaları) hükümleri uygulanacaktır. Yine aynı kanun madde 1451 gereği ; “(1) Bu
Kanunda hüküm bulunmayan hâllerde sigorta sözleşmesi hakkında Türk Borçlar
Kanunu hükümleri uygulanır.” Dolayısıyla Tekne sigorta sözleşmelerinde önce TTK
ardından hüküm bulunmayan hallerde TBK uygulama alanı bulur.
AKDİ TEMEL
5684 sayılı Sigortacılık Kanunu’nun 11(1) maddesine göre sigorta
sözleşmelerinin ana muhtevası, Hazine Müsteşarlığınca onaylanan ve sigorta
şirketlerince aynı şekilde uygulanacak olan genel şartlara uygun olarak
düzenlenir. Ancak, sigorta sözleşmelerinde işin özelliğine uygun olarak özel
şartlar tesis edilebilir. Bu hususlar, sigorta sözleşmesi üzerinde ve özel
şartlar başlığı altında herhangi bir yanılgıya neden olmayacak şekilde açık
olarak belirtilir. Dolayısıyla kanun gereği söz konusu genel şartları sigorta
sözleşmelerinin mütemmim cüzü olduğu söylenebilir.
Sigorta genel şartları, benzer rizikolara maruz kişilere mümkün olduğunca
eşit kapsam ve koşullarla teminat sağlanması ve bu şekilde bir sigorta dalında
üstlenilen risklerin belirlenip yönetilmesini mümkün kılmak amacıyla
oluşturulan genel ve soyut sözleşme düzenidir. Bu amaca yönelik olarak 5684
sayılı Sigortacılık Kanunu’nun 11. maddesi hükmüne uygun olarak tekne sigortası
sözleşmeleri de 01.08.1996 tarihinden itibaren yürürlükte olan “Tekne Poliçesi
Genel Şartları”na (Gemi veya Diğer Deniz ve Göl Araçları İçin) tabi olarak
akdedilmektedir. Dolayısıyla tekne sigortasının akdi temeli, Tekne Poliçesi
Genel Şartları’dır.
Söz konusu Genel şartlara göre ; Tekne sigortası ; poliçede belirtilen süre içinde gemi veya diğer deniz ve
göl araçları ya da bunlara ilişkin diğer sigorta ettirilebilir menfaatlerin
maruz kalabileceği rizikoları, poliçede belirlenen koşullara bağlı olarak
güvence altına alır. Tekne sigortasının konusu;
“… ''gemi
veya diğer deniz ve göl araçlan'' terimi, yük ve yolcu gemilerini kapsar. Ancak
sigortacı kabul ettiği takdirde, ahşap veya beton yahut bunların karışımından
yapılmış tekneler, yelkenli tekneler, tenezzüh tekneleri, yat ve kotralar,
hizmet motorları, balıkçı gemi ve tekneleri, römorkör, duba, şat ve layterler,
yüzer havuz, şahmerdan ve vinçler, yüzer lokanta, deniz motosikletleri gibi
deniz ve göl araçlan ''gemi veya diğer deniz ve göl araçları...” iken kapsamı ;
“rizikonun
gerçekleşmesi sonucu gemi veya diğer deniz ve göl araçlarının yahut bunlara
ilişkin diğer menfaatlerin uğrayacağı ziya ve hasarı, ayrıca teminata dahil
edilmişse sorumluluk tazminatını, yahut bunlarla ilgili masrafları kapsar. Ziya
veya hasar yahut sorumluluk tazminat ile bunlara ilişkin masrafların kapsam ve
içeriği, teminata dahil ve istisna edilen rizikolar”dır.
TPGŞ’nda bütün tekne sigortası sözleşmeleri için geçerli olabilecek genel
ilkelerin belirtilmesiyle yetinilmiştir. Dolayısıyla sözleşen
taraflarca sigorta sözleşmeleri serbestçe, genel şartların niteliğine uygun olarak
kanunun emredici hükümlerine aykırı olmamak kaydıyla sözleşme koşullarını
belirleyebilmektedir. Keza yine genel şartlarda özel şartlar başlıklı maddede ;
“Tarafların anlaşmasına göre, genel şartlara aykırı olmamak kaydıyla özel
şartlar konulabilir ve bu özel şartlar genel şartlara göre öncelikli olarak
uygulanır.” Denilerek bu hususa işaret edilmiştir.
İNGİLİZ HUKUKUNDA KANUNİ VE AKDİ TEMEL
KANUNİ TEMEL
İngiliz Hukukunda deniz sigortaları, 01.01.1907 tarihinde yürürlüğe giren
21.12.1906 tarihli “An Act to Codify the Law relating to Marine Insurance” ile
düzenlenmiştir. Kısaca “Marine Insurance Act, 1906” (Deniz Sigorta Kanunu: MIA)
olarak anılan bu Kanun, 200 yılı aşkın bir süreçte yargı kararları ile
belirlenen ilkelerin derlenmesi suretiyle hazırlanmıştır. MIA’in 1779 tarihli
“Lloyd’s S. G. Policy” (Lloyd’s Gemi ve Eşya Poliçesi) olarak isimlendirilen
örnek poliçe formu ile bu poliçedeki kayıtların nasıl yorumlanacağına ilişkin
kurallar içeren “Rules for construction of Policy” (Poliçe Yorum Kuralları)
içeren bir eki bulunmaktadır. Sigorta poliçesinin Lloyd’s S. G. Policy poliçe
formunda düzenlenmesi gerekir (MIA madde. 30). Lloyd’s S. G. Policy, sigorta şartları
ihtiva etmekte ve söz konusu poliçede akla gelebilecek (artık bir anlam ifade
etmeyen bazı tehlikeler de dâhil) pek çok deniz tehlikeleri sistematik olmayan
biçimde sayılmaktadır. Söz konusu poliçe formunda yer alan kayıt ve terimler,
MIA’nın bir hükmü veya poliçeden aksi anlaşılmadıkça, Poliçe Yorum Kurallarında
belirtildiği şekilde yorumlanır. İngiliz Deniz Sigortası Kanunu’nda (Marine Insurance Act
/ MIA) - 5/1. maddeye göre “bir deniz yolculuğu ile ilgili olan herkesin
sigortalanabilir menfaati bulunmaktadır”. Söz konusu maddenin ikinci bendinde
bu ifade daha açık bir şekilde ortaya konulmakta ve deniz yolculuğunun
selametle tamamlanması bakımından bir menfaati bulunan her şahsın, bu
menfaatini sigorta himayesi altına aldırabileceği ortaya belirtilmektedir.
AKDİ TEMEL
Londra Sigortacılar Enstitüsü (Institute of London Underwriters) tarafından
zaman üzerine tekne sigortasına ilişkin önemli şartlar, 01.10.1983 tarihli
“Institue Time Clauses Hulls” ve sefer üzerine tekne sigortası şartları ise
“Institute Voyage Clauses Hulls” başlığı altında düzenlenerek uygulamaya
konulmuştur. 1983 tarihli Enstitü Tekne Klozlarının yetersiz hâe gelmesi
üzerine 01.11.1995 tarihinde Enstitü Zaman Üzerine Tekne Klozu (Institute Time
Clauses Hulls) kabul edilerek yürürlüğe konulmuştur. Ancak, 1995 Enstitü Tekne
Klozları uygulamada yeterli kabul görmemiştir. Bunun üzerine bu klozlarda bazı
değişiklikler yapılarak 01.11.2002 tarihli Uluslararası Tekne Klozları
(International Hull Clauses) hazırlanarak uygulamaya sunulmuştur. Uluslararası
Tekne Klozları, diğer klozların kullanılmasına engel değildir.
SONUÇ
Görüldüğü gibi her ne kadar iki farklı hususları ihtiva etmekte ise de,
tekne sigortalarının kanuni ve akdi temelleri her iki hukuk sisteminde de temel
olarak benzeşmektedir. Keza İngiliz hukukunda temel bir deniz sigortası kanunu
olmakla beraber her iki hukuk sistemi de sigorta sözleşmelerini kanuni temel
üzerinde inşa etmektedir. Yine akdi temel bağlamında sigorta poliçesi genel
şartları temelinde, her iki hukuk sisteminde de belirli bir birliğin oluşumu
altında ( Türkiye’de Türkiye Sigortalar Birliği (TSB), İngiltere’de Londra
Sigortacılar Enstitüsü (Institute of London Underwriters) sigorta sözleşmeleri
düzenlenmekte ise de ancak Sigorta Genel Şartları Türk hukukunda 5684 sayılı
Sigortacılık Kanunu madde 11 gereği ;
“Sigorta sözleşmelerinin ana muhtevası, Müsteşarlıkça ( müsteşarlığın
kapatılması dolayısıyla Hazine ve Maliye Bakanlığı) onaylanan ve sigorta
şirketlerince aynı şekilde uygulanacak olan genel şartlara uygun olarak
düzenlenir. Ancak, sigorta sözleşmelerinde işin özelliğine uygun olarak özel şartlar
tesis edilebilir. Bu hususlar, sigorta sözleşmesi üzerinde ve özel şartlar
başlığı altında herhangi bir yanılgıya neden olmayacak şekilde açık olarak
belirtilir.”
Hükmü gereği Hazine ve Maliye Bakanlığı tarafından düzenlenmekteyken,
İngiltere’ de bu genel şartlar Londra Sigortacılar Enstitüsü tarafından
düzenlenmekle beraber bu genel şartlar Uluslararası Tekne Klozları (International
Hull Clauses) ile birlikte uygulanmaktadır.
ÜRÜN SORUMLULUĞUNUN “7223 SAYILI ÜRÜN GÜVENLİĞİ VE
TEKNİK DÜZENLEMELER KANUNU” AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ
*Ali Fuat ÇİÇEKLİ
12
Mart 2020’ de Resmi Gazetede yayımlanan,
ürün sorumluluğuna ve tüketici haklarına dair önemli düzenlemeler getiren 7223
sayılı Ürün Güvenliği ve Teknik Düzenlemeler Kanunu 5 Mart 2020’ de TBMM
tarafından kabul edildi. Kanun, yayımı tarihinden itibaren 1 yıl sonra yürürlüğe girecek. Söz konusu düzenleme ilk
kez 2003 yılında 4077 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanunda (4077
sayılı eTKHK’da) yapılan değişiklikle ürün sorumluluğu adı altında mevzuatta düzenlenmişti.
Fakat 2014 yılında 4077 sayılı eTKHK, 6502 sayılı Tüketicinin Korunması
Hakkında Kanunun (6502 sayılı TKHK’nın) yürürlüğe girmesiyle mülga oldu. Böylece
ülkemizde ürün sorumluluğuna ilişkin kanuni düzenleme ortadan kalktı. Fakat
gelişen teknolojik koşullar ve seri üretimin getirdiği sorunlar nedeniyle ürün
sorumluluğunun yeniden ayrı bir kanunda düzenlenmesi ile tüketicilerde veya
ürünleri kullananlarda meydana gelecek zararların tazmin edilmesi ve sorumluluğun
kapsamının genişletilmesi amaçlanmıştır. Kanunun genel gerekçesinde, insan
sağlığı ve güvenliği, tüketici, çevre ve iş sağlığı güvenliği gibi kamu
yararının tehlike arz ettiği alanlarda tehlikelerin önlenmesine yönelik
tedbirlerin alınmasının piyasa güçlerine teslim edilemeyeceği belirtilerek bir
ürünün imalatından tüketimine kadarki süreçte rol alan tüm kesimleri
nitelikleri, görev, yükümlülük, hak, yetki ve sorumlulukları kadar sınırları da
açık bir şekilde tanımlanması gerektiğini belirtmiştir.[30]
Bu çerçevede kanunda, düzenlemenin amacı birinci maddede yer alarak,
"ürünlerin güvenli ve ilgili teknik düzenlemelere uygun olmasını sağlamak;
piyasa gözetimi ve denetiminin esasları ile yetkili kuruluşların görevlerini ve
iktisadi işletmeciler ile uygunluk değerlendirme kuruluşlarının
yükümlülüklerini belirlemek" şeklinde belirtilmiştir. Yine devamı
maddelerde, piyasaya arz edilmesi hedeflenen, arz edilen, piyasada bulundurulan
veya hizmete sunulan tüm ürünleri kapsayacağına işaret edilmiştir. Kanunun 6.
Maddesinde Ürün Sorumluluğu Tazminatı düzenlenerek ürün sorumluluğu kavramı
Türk Hukuk literatürüne yeniden kazandırılmıştır. Dolayısıyla ürün
sorumluluğunun hukuki dayanağı bu madde üzerinden Tüketicinin Korunması
Hakkında Kanun’dan ayrı olarak bağımsız bir sorumluluk türü olarak
açıklanabilecektir.
Ürün sorumluluğu tazminatı
MADDE 6- (1) Ürünün, bir kişiye veya bir mala zarar vermesi
halinde, bu ürünün imalatçısı veya ithalatçısı zararı gidermekle yükümlüdür.
(2) İmalatçı veya ithalatçının sorumlu tutulabilmesi için, zarar
gören tarafın üründeki uygunsuzluğu, uğradığı zararı ve uygunsuzluk ile zarar
arasındaki nedensellik bağını ispat etmesi zorunludur.
(3) Ürünün sebep olduğu zarardan birden fazla imalatçı veya
ithalatçının sorumlu olması halinde, bunlar müteselsilen sorumlu tutulurlar.
(4) İmalatçı veya ithalatçıyı üründen kaynaklanan tazminat
sorumluluğundan kurtaran ya da bu sorumluluğu azaltan sözleşmelerin ilgili
maddeleri hükümsüzdür.
(5) Ürünün sebep olduğu zarar nedeniyle ödenecek maddi ve manevi
tazminat miktarının belirlenmesinde 11/1/2011 tarihli ve 6098 sayılı Türk
Borçlar Kanunu hükümleri uygulanır.
(6) Tazminat istemi zarar görenin zararı ve tazminat yükümlüsünü
öğrendiği tarihten itibaren üç yıl ve her halde zararın doğduğu tarihten
itibaren on yıldır.
(7) Diğer kanunlardaki tazminat sorumluluğuna ilişkin hükümler
saklıdır.
Şimdi
bu bağlamda ürün sorumluluğunun hukuki niteliğini kısaca açıklamak istiyorum.
Ürün
sorumluluğu, güvensiz/hatalı ürünün neden olduğu zararlardan dolayı üreticiden
tazminat isteme hakkını kapsayan bir kusursuz sorumluluk türüdür. Güvensiz ürün: Teknik
düzenlemelerin insan sağlığı ve güvenliğine ilişkin hükümlerine uygun olmayan
ürünler ile böyle bir teknik düzenlemenin bulunmadığı durumda, kullanım süresi,
hizmete sunulması, kurulumu, kullanımı, bakımı ve gözetimine ilişkin
talimatlara uygun ve normal kullanım koşullarında kullanıldığında risk taşıyan
veya sadece ürünün kullanımına özgü asgari risk içeren ürünlerdir. Üründe var
olan hata, bilgilendirme, tasarım, fabrikasyon veya inkişaf hatası gibi farklı
şekillerde ortaya çıkabilir.[31] Bu
çerçevede kanunda risk taşıyan ürün
: “ Kullanım süresi, hizmete sunulması,
kurulumu, kullanımı, bakımı ve gözetimine ilişkin talimatlara uygun ve normal
kullanım koşullarında kullanıldığında, insan sağlığı ve güvenliği, işyerinde
sağlık ve güvenlik, tüketicinin korunması, çevre, kamu güvenliği veya diğer bir
kamu yararını kabul edilebilir ölçülerin ötesinde olumsuz etkileme potansiyeli
olan ürünü ” ifade eder.
Sorumluluk
kavramı temel dayanaklarının farklı olması sebebiyle sözleşme sorumluluğu ve
sözleşme dışı sorumluluk olmak üzere ikiye ayrılır. Sözleşme sorumluluğu en
genel anlamda 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu madde 112 gereği, sözleşmeden
doğan borç hiç veya gereği gibi ifa edilmezse borçlu, kendisine hiçbir kusurun
yüklenemeyeceğini ispat etmedikçe, alacaklının bundan doğan zararını gidermekle
yükümlüdür. Bu bağlamda, borçlunun meydana gelen zararı tazmin etme yükümlülüğü
sözleşmeye dayanır. 7223 sayılı Kanun madde 6/1 de belirtildiği üzere “Ürünün, bir kişiye veya bir mala zarar
vermesi halinde…” metninden de anlaşılacağı üzere imalatçı ile zarara
muhatap olan kişi arasında sözleşmesel bir bağlantı aranmamaktadır. Zira
üretici ile ürünü kullanan veya tüketen arasında bir hukuki işlem, sözleşme
bulunmamaktadır. Dolayısıyla ürün sorumluluğu sözleşme sorumluluğu olarak
nitelendirilemez. Sözleşme dışı sorumluluk, zararın doğmasına bağlı olarak
zarar verenin sorumlu tutulduğu bir sorumluluk halidir. Fakat sözleşme
sorumluluğundan farklı olarak sözleşme dışı sorumlulukta, zararlı sonucun
gerçekleşmesinden önce zarar veren ile zarar gören arasında hukukî bir ilişki
bulunmaz.[32]
Ürün sorumluluğunun gündeme gelebilmesi için sözleşmenin varlığı gerekmez. Yani
taraflar arasında sözleşme olup olmadığına bakılmaksızın söz konusu zarar ürün
sorumluluğu kapsamına girer. Bununla birlikte eğer taraflar arasında sözleşme
bulunmakta ise, tabii olarak zarar gören taraf sözleşme sorumluluğuna da
başvurabilirler. Dolayısıyla ürün sorumluluğunu sözleşme dışı sorumluluk olarak
nitelendirebiliriz. Sözleşme dışı sorumluluk, kendi içerisinde kusur
sorumluluğu ve kusursuz sorumluluk olmak üzere ikiye ayrılır. Türk hukukunda
kural kusur sorumluluğu, istisna kusursuz sorumluluktur. Bu halde kusursuz
sorumluluk halleri ancak kanunla düzenlenebilir. TBK m. 49/1’de “Kusurlu ve
hukuka aykırı bir fiille başkasına zarar veren, bu zararı gidermekle
yükümlüdür” şeklinde ele alınmıştır. Dolayısıyla kusur sorumluluğunun unsurları
; Kusur, hukuka aykırılık, fiil, zarar ve uygun illiyet bağından oluşmaktadır. Kusursuz
sorumluluk ise, kusur şartı aranmadan zarar ile zarar verici fiil arasında
illiyet bağının yeterli olduğu bir sorumluluk türüdür. Kusursuz sorumluluğun
çeşitli türleri bulunmaktadır. Yine 7223 sayılı Kanun madde 6/2’ den “İmalatçı veya ithalatçının sorumlu
tutulabilmesi için, zarar gören tarafın üründeki uygunsuzluğu, uğradığı zararı
ve uygunsuzluk ile zarar arasındaki nedensellik bağını ispat etmesi zorunludur.”
Şeklinde ürün sorumluluğunun sadece illiyet bağı bulunması ile sorumluluğun
gerçekleştiğinin hükme bağlandığı çıkarılabilir. Bu halde ürün sorumluluğu
kusursuz sorumluluk niteliğindedir. Diğer bir deyişle sorumluluğun doğması için
zarar ve fiil arasında illiyet bağının bulunması yeterlidir. Dolayısıyla
illiyet bağını kesen hallerde sorumluluk ortadan kalkacaktır. Sözgelimi zarar
gören kişinin illiyet bağının mevcudiyetini ortadan kaldırması şeklindeki ağır
kusuru, sorumluluğu da ortadan kaldırır.
Öte
yandan ürün sorumluluğunda zarar gören kimsenin belirlenmesi önem arz eder.
Zira 4077 sayılı eski TKHK’ da ürün sorumluluğu sadece tüketiciler bakımından
bir koruma sağlamıştı. Halbuki ürün sorumluluğu sadece tüketicileri koruyan bir
sorumluluk türü değildir. Bu bağlamda 7223 sayılı Kanun madde 6/1 de
belirtildiği üzere “Ürünün, bir kişiye
veya bir mala zarar vermesi halinde…” denilerek ürün sorumluluğunun
kapsamının genişletildiğini görüyoruz ki bu faydalı bir gelişmedir.
Yine
7223 sayılı Kanun madde 6/3’ te “Ürünün
sebep olduğu zarardan birden fazla imalatçı veya ithalatçının sorumlu olması
halinde, bunlar müteselsilen sorumlu tutulurlar.” Şeklinde belirtildiği
üzere imalatçı veya ithalatçının sorumluluğu halinde bu kişiler meydana gelecek
zarardan müteselsilen sorumlu olacaklardır. Müteselsil (zincirleme) sorumluluk,
aynı zararın oluşmasında payı olan ancak zararın hangi kısmından sorumlu olduğu
tespit edilemeyen veya edilen birden fazla kimsenin, niteliği itibariyle
bölünmeye elverişli başka bir deyişle çoğunlukla para ediminden oluşan tazminat
ediminin tamamını ifa etmekle yükümlü olduğu, alacaklı zarar görenin de
dilediği sorumludan edimin tamamını veya bir kısmını talep yetkisine sahip
olduğu, sorumlulardan biri ödeme yaptığı oranda diğerlerinin de sorumluluktan
kurtulduğu bir birlikte sorumluluk türüdür. Diğer bir deyişle riskli ürün
dolayısıyla zarar gören kişinin meydana gelen zararının tamamından her bir
imalatçı/ithalatçı ayrı ayrı sorumlu olacaklardır. Bu halde zarar görene,
zararını gidermesi için başvuracağı alanlar genişletilerek zararını daha çabuk
ve güvenli bir şekilde giderebilmesi imkanı sağlanmıştır.
Diğer
taraftan 7223 sayılı Kanun madde 6/4’ te “ İmalatçı
veya ithalatçıyı üründen kaynaklanan tazminat sorumluluğundan kurtaran ya da bu
sorumluluğu azaltan sözleşmelerin ilgili maddeleri hükümsüzdür.” Denilerek
söz konusu madde ile ürün sorumluluğuna yönelik sorumsuzluk anlaşmalarının önü
kesilmiştir. Sorumsuzluk anlaşması, borca aykırılık nedeniyle gündeme gelecek
tazminat borcuna ilişkin yapılan sözleşmeleri ifade eder. Taraflar yapacakları
sorumsuzluk anlaşması ile sorumluluğun tamamen/kısmen kaldırılmasını
öngörürler.[33]
Dolayısıyla kanun teklifinde yine zarar gören lehine bir hükmün daha mevut
olduğunu görüyoruz.
7223
sayılı Kanun madde 6/5 “ Ürünün sebep
olduğu zarar nedeniyle ödenecek maddi ve manevi tazminat miktarının
belirlenmesinde 11/1/2011 tarihli ve 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu hükümleri
uygulanır.” Hükmü gereği tazminat miktarı TBK madde 55 vd. hükümlerine göre
belirlenecektir. Dolayısıyla maddi zarar, sorumluluk hukuku ilkelerine göre
hesaplanacaktır. Sözgelimi zarar verici eyleme maruz kalan kişinin
malvarlığında zarar verici eylem sonucu meydana gelen durum ile bu eylemden
önce mevcut olan durum arasındaki fark bulunacak ve maddi zararın varlığı için
zarar verici eylemden önceki duruma nazaran eylemden sonraki mal varlığında
eksilme maddi zararın miktarını oluşturacaktır. Maddi zarar kapsamında yoksun
kalınan kar da istenebilir. Fakat bu halde hakim, olayların normal akışını,
zarar görenin ekonomik ve sosyal durumunu, aldığı tedbirleri göz önünde tutarak
zarar miktarını hakkaniyete göre takdir eder. Manevi zarar miktarının
belirlenmesi ise , bir yandan zarar görenin zararının telafisini, diğer yandan
onun duyduğu ruhsal ve psikolojik acıyı tatmin ederek denkleştirmek amacı
güttüğünden, parayla ölçülemez; sadece hakim tarafından takdir edilir.[34]
Bir
başka yönden 7223 sayılı Kanun madde 6/6’ da “Tazminat istemi zarar görenin zararı ve tazminat yükümlüsünü öğrendiği
tarihten itibaren üç yıl ve her halde zararın doğduğu tarihten itibaren on
yıldır.” Denilerek tazminat isteminin yapılacağı zaman belirlenerek
zamanaşımı düzenlenmiştir. Görülüyor ki kanun teklifinde ürün sorumluluğunda
zamanaşımı süresi olarak “TBK madde 72” haksız fiil zamanaşımı süresi olan 2 ve
10 yıllık sürelerden daha geniş bir süre tanıyarak 3 ve 10 yıl olarak
düzenlenmiştir. Son olarak Kanun teklifi madde 6/son’ da “Diğer kanunlardaki tazminat sorumluluğuna ilişkin hükümler saklıdır.”
İbaresi yer almaktadır. Bu bağlamda 7223 sayılı Kanun madde 6/1’ deki “…bu ürünün imalatçısı veya ithalatçısı…”
şeklinde belirtilmek suretiyle bu kanun kapsamında sorumlu olanların imalatçı
veya ithalatçı olacağı belirtilmiştir. Bu husus ÜNAL/KALKAN tarafından aynen şu
şekilde ifade edilmiştir “ …sorumlu kişinin imalatçı olarak belirlenmesi, ürün
sorumluluğunun kapsamının daralması sonucunu doğurur. Zira imalat, işlenerek
yapılan üretim anlamındadır. Bu sözcük sınai ürünlerin üretimini kapsayan bir
kavramdır. Ancak ürün sorumluluğu sadece sınai ürünlerin üretimi sonucu ortaya
çıkan ürünlerin vermiş olduğu zararlar için bir hukukî koruma sağlamaz.
Tarımsal veya hayvansal üretimde olduğu gibi işlemeden de bir ürün elde etmek
mümkündür. Yani imalat safhasına girmeden de, ürün piyasaya arz edilebilir.”
Dolayısıyla 7223 sayılı Kanun madde 6/son hükmünü bu bağlamda ele alırsak
imalatçı veya ithalatçı olmayan üreticiden, riskli bir ürünün neden
olduğu ölüm, bedensel zarar, maddi ve manevi zararın TBK madde 49 vd.
hükümlerince talep edilebileceği sonucu çıkarılabilir.
Sonuç
olarak söz konusu kanunun yayımı tarihinden bir yıl sonrası olan 12 Mart 2021’
de yürürlüğe girmesi ile kanunun amacından anlaşılacağı üzere yetkili
kuruluşlar tarafından piyasa gözetimi ve denetiminin esasları göz önünde tutularak ürünlerin piyasada
dolaşımında bu kanunda düzenlenen gerekli teknik düzenlemelere uygun olması
sağlanmasının yanı sıra; bir kimse, kullanmış veya tüketmiş olduğu riskli
ürünler nedeniyle ölüm ve/veya yaralanma tehlikesi ile karşılaştığında veya bu ürünleri
kullanan veya tüketen kimsenin başka malları da zarar gördüğünde söz konusu bu
kanundaki düzenlemelere başvurularak genel haksız fiil sorumluluğundan daha güvenceli
bir kusursuz sorumluluk türü olan ürün sorumluluğuna ve bu sorumluluktan doğan
zararın tazmini yollarına başvurabilecektir.
*Ankara
Üniversitesi Hukuk Fakültesi son sınıf öğrencisi
[1]
Sosyal Sigortaların Genel Hükümleri, Kadir Arıcı, Yargıtayın İş ve Sosyal
Güvenlik Hukuku Kararlarının Değerlendirilmesi 2017, Oniki Levha Yayınları, s
510
[2] Yusuf
Alper, Kadir Arıcı (2015), “Sosyal Güvenlik”, Anadolu Üniversitesi Yayın No:
2659, Eskişehir, s.2-15.
[3] Anayasa
Mahkemesi’nin E.2015/100 K.2015/110 sayılı kararı https://www.anayasa.gov.tr/Kararlar/GenelKurul/Basvuru_Karari/2015-110.pdf
[4] YARGILAMA
SÜRECİNDE EMSAL ÜCRET SORUNU VE ÇÖZÜM ÖNERİLER, Levent Akın, YARGITAY KARARLARI
IŞIĞINDA İNŞAAT SEKTÖRÜNDE İŞ HUKUKU UYGULAMALARI SEMİNERİ, s.31
[5] Yargıtay
10. Hukuk Dairesi E. 2015/1000 K. 2015/2972 T. 24.2.2015
[6] İdari
para cezaları için bkz: http://www.sgk.gov.tr/wps/wcm/connect/1c62ca5a-357b-439c-9ac4-39d396cd9eab/12.+%C4%B0DAR%C4%B0+PARA+CEZALARI.pdf?MOD=AJPERES
[7] KANUNİ TEMSİLCİLERİN AMME
BORÇLARINDAN SORUMLULUĞU: KUSURLU SORUMLULUK v. KUSURSUZ SORUMLULUK, Ahmet
Emrah GEÇER, Adnan Gerçek, (2015), Kamu Alacaklarının Takip ve Tahsil Hukuku,
4. Bası, Ekin Yayınevi, Bursa, s. 35. Vergi Sorumluluğunun hukuki niteliğine
ilişkin ayrıntılı bilgi için bkz. Mustafa Akkaya, (1997), Vergi Sorumlusunun
Vergi Yargısı ve Vergi İdaresi Karşısındaki Konumu, Ankara Üniversitesi Hukuk
Fakültesi Dergisi, Cilt:46 Sayı:1-4, s. 185-208.
[8] VERGİSEL YÖNDEN KANUNİ
TEMSİLCİLERİN ÖDEVLERİ VE SORUMLULUKLARI, Süleyman BİLGE
*Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi son
sınıf öğrencisi
[9] Karar için bakınız:
http://hudoc.echr.coe.int/tur?i=001-201091
[10] SUÇSUZLUK KARİNESİ, Hüseyin ŞIK
[11] Dönmezer, Sulhi; “Suçsuzluk
Karinesi Üzerine Düşünceler”, in: Prof. Dr. Nurullah Kunter’e Armağan, Beta
Yayınları, İstanbul, 1998, s. 67
*Ankara Üniversitesi
Hukuk Fakültesi son sınıf öğrencisi
[12]
http://www.haber7.com/guncel/haber/2943168-kadir-seker-olayini-uzmanlara-sorduk-3-farkli-yorum
[13] Yeniçağ:
Kadın cinayetleri 15 yılda yüzde 428 arttı!
[14] YASAL (MEŞRU) SAVUNMA, Mehmet
ŞAHİN
[15] Yargıtay Kararları Işığında
Meşru Savunmada Sınırın Aşılması, İdris Ermeydan
*Ankara Üniversitesi
Hukuk Fakültesi son sınıf öğrencisi
[16]
Metin Feyzioğlu / Devrim Güngör, “Bir
Suç İçin Bir Ceza Verilir İlkesinin İhlali: TCK md. 142/4”, A.Ü. H.F. D. , C.
56, S. 1, 2007, s.142.,aktaran : Ilgın Özkaya Özlüer, İdari Yaptırımların
Özellikleri ve Çevre Kanunu, Ankara Barosu Dergisi,2015/1, s.161
[17] Yücel Oğurlu, “Ceza Mahkemesi Kararının
Disiplin Cezalarına Etkisi Ve Sorunu ‘Ne Bis İn İdem’ Kuralı”, A.Ü.H.F.D. , C.
52, S. 2, Ankara, 2003, s. 101 aktaran : Özkaya Özlüer, a.g.e , s 161
[18] ÖZEN,
Mustafa, NON BİS İN İDEM (AYNI FİİLDEN DOLAYI İKİ KEZ YARGILAMA OLMAZ) İLKESİ,
s.391, http://webftp.gazi.edu.tr/hukuk/dergi/14_1_14.pdf
[19] Yücel
OĞURLU, “İdari Yaptırımlara Genel Bir Bakış ve İdari yaptırım-Ceza Yaptırımı
Ayrımı”, s.165; Uyuşmazlık Mahkemesi’nin 11.07.1988 tarihli, E.1988/1 K:1988/1
sayılı aynı yönde bir kararı
[20] “…suç
ve idari suçlar arasındaki farkın niceliksel olduğunu kabul etmek kanımızca
doğru olacaktır.” MAHMUTOĞLU, “Suç-Kabahat Ayrımı_İdari Ceza Hukukunun
Temelleri”, s.42; Niceliksel ayrımı esas alan teoriler için bkz. MAHMUTOĞLU,
age, s. 76-79.
[21] OĞURLU
Yücel; İdari Yaptırımlar Karşısında Yargısal Korunma, 2. Baskı, Seçkin Yay.,
Ankara 2001, s.79 vd., ÇAĞLAYAN Ramazan; İdari Yaptırımlar Hukuku, Asil Yay.,
Ankara 2006, s.42.
[22] İsmet
Giritli, Kamu Yönetimi Teşkilatı ve Personeli, İstanbul 1979
[23] Bülent
Sabri Akpunar, HUKUKİ AÇIDAN FAİZ, http://www.turkhukuksitesi.com/makale_170.htm
[24]
Melikşah YASİN , İmar Kanununun 42. Maddesi ve İptal Gerekçesi, MÜHF HAD C.16 S
3-4. s.392
[25] Söz
konusu görüşe hakkında bkz. ; “idari yaptırımlar sadece cezalandırma amacı
değil aynı zamanda kamu düzeninin korunması dolayısıyla kişilerin hukuk
kurallarına riayet etmesini sağlamak amacı da taşırlar.” YASİN, a. g. e s.392
[26] Burcu
ERDİNÇ, İdari Yaptırımların Kavramsal Çerçevesi Ve Cezai Yaptırımlarla
Karşılaştırılması, s.242, Ankara Barosu Dergisi 2012/2
[27] A. Kürşat
ERSÖZ, BİR İDARİ İŞLEM OLARAK YIKIM KARARI, s.106, Gazi Üniversitesi Hukuk
Fakültesi Dergisi C. XIX, Y. 2015, Sa. 3
[28]İMAR
AFFI için bakınız: https://webdosya.csb.gov.tr/db/imarbarisi/icerikler/-mar-kanunu-20180521145037-20180607123428.pdf
[29] İşbu
makale Doç.Dr İsmail Demir tarafından hazırlanan https://acikders.ankara.edu.tr/course/view.php?id=1723
linkindeki Deniz Sigorta Hukuku ders notlarından hazırlanmıştır.
*Ankara Üniversitesi
Hukuk Fakültesi son sınıf öğrencisi
[30]
https://www2.tbmm.gov.tr/d27/2/2-2537.pdf
[31] AYDOS,
Oğuz Sadık: Ürün Sorumluluğu, Ankara 2009
[32] AKIN,ARİF,
ÜNAL, KALKAN, TÜRK HUKUKUNDA ÜRÜN SORUMLULUĞU ÜZERİNE OLAN VE OLMASI GEREKEN
HUKUKA DAİR GENEL DÜŞÜNCELER
[33] Büşra
BAŞ, SORUMSUZLUK ANLAŞMASI, Fasikül Hukuk Dergisi,11,111,Şubat 2019
[34] Gökhan ANTALYA ,MANEVİ ZARARIN BELİRLENMESİ
VE MANEVİ TAZMİNATIN HESAPLANMASI,
https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/333488