Yüksek İdare Mahkemesi Numara 119/2003 Dava No 20/2010 Karar Tarihi 23.06.2010
Karar Dilini Çevir:
Yüksek İdare Mahkemesi Numara 119/2003 Dava No 20/2010 Karar Tarihi 23.06.2010
Numara: 119/2003
Dava No: 20/2010
Taraflar: Mehmet S. Uğraşın ile Kamu Hizmeti Komisyonu ve diğerleri arasında
Konu: Yaş haddinden önce mecburi emekliye sev kararının iptali istemi.
Mahkeme: YİM
Karar Tarihi: 23.06.2010

-D. 20/2010YİM: 119/2003

Yüksek İdare Mahkemesinde
Anayasanın 152. Maddesi Hakkında.

Mahkeme Heyeti : Seyit A.Bensen, Şafak Öneri, Narin F.Şefik.

Davacı : Mehmet S.Uğraşın, 9 Bornova Sok. Gönyeli - Lefkoşa
- ile -
Davalı : 1. KKTC K-amu Hizmeti Komisyonu Başkanlığı
vasıtasıyla KKTC, Lefkoşa
2. KKTC Bakanlar Kurulu vasıtasıyla KKTC, Lefkoşa
3. KKTC Sayıştay Başkanı vasıtasıyla KKTC,Lefkoşa

A r a s ı n d a.
Davacı şahsen hazır.
Davalılar na-mına : Başsavcı Yardımcı Muavini Behiç Öztürk.

------------------------

H Ü K Ü M

Seyit A.Bensen : Davacı dosyalamış olduğu bu dava ile aynen aşağıdaki taleplerde bulunmuştur.

"1. Sayıştay Başkanının, 7 Kasım 2002 tarih ve S.O.10.000/1-0086 (P.86) sayılı
Sayıştay Denetçisi Mehmet S.Uğraşın'ın yaş haddinden önce mecburi emekliye
sevkini KKTC Başbakanından talep eden kararının,
2. Bakanlar Kurulunun, 4 Haziran 2003 tarih ve 1133/2003 sayılı, Sayıştay Denetçisi
M-ehmet S.Uğraşın'ın tüm kamu görevlileri için yasa ile belirlenmiş yaş
haddinden önce, mecburi emekliye sevkini Kamu Hizmeti Komisyonuna öneren
kararının,
3. Kamu Hizmeti Komisyonunun, 23 Haziran 2003 tarih ve P.4880 sayılı, Sayıştay
- Denetçisi Mehmet S. Uğraşın'ı tüm kamu görevlileri için yasa ile belirlenmiş
mecburi emekliye ayrılma yaşından önce ve kendi iradesi hilâfına, mecburi
emekliye sevkeden kararının iptali ve/veya tamamen geçersiz, etkisiz, hükümsüz
- olduğu ve/veya hiçbir hukuki değeri haiz olmadığı ve/veya mutlak butlanla
ve/veya yoklukla sakat olduğu hususunda bir karar ve/veya hüküm."

Davanın duruşması yapılmıştır. Davacı bizzat şahadet vermiş başka tanık dinletmemiştir. Davalılar ise h-erhangi bir şahadet dinletmediler. Duruşma esnasında 74 adet belge (emare 1-74) Mahkemeye sunulmuştur.

Sunulan şahadet ve ibraz olunan emareler incelenmiş olup, davaya ilişkin olgular özetle şöyledir: Davacı 1976 Nisan ayı ile 24.6.2003 tarihleri arasın-da Sayıştayda Denetçi olarak kamu görevi ifa etti. Sayıştay Başkanı 7.11.2002 tarih ve S.O.10.000/10086 (P.48) sayılı yazısı ile KKTC Başbakanından, Davacının mecburi emekliye sevkini Kamu Hizmeti Komisyonuna öneren Bakanlar Kurulu kararı çıkarılması iste-minde bulundu. Bu istem üzerine Başbakanlık da 12.11.2002 tarihinde Bakanlar Kuruluna sunmuş olduğu bir önerge ile Davacının mecburi emekliye sevk edilmesi için Bakanlar Kurulunun Kamu Hizmeti Komisyonuna öneride bulunması isteminde bulundu. Önerge uzun sü-re, açıklanmayan nedenlerle, gündeme alınmadı. 4.6.2003 tarihinde toplanan Bakanlar Kurulu, gündeminde olmayan önergeyi gündemine alarak, önerge doğrultusunda Davacının mecburi emekliye sevk edilmesinin, Kamu Hizmeti Komisyonuna önerilmesine karar verdi.
-
5.6.2003 tarihinde KKTC Başbakanı, Komisyona bir yazı yazdı ve yazısına Bakanlar Kurulu Kararını da ekledikten sonra değiştirilmiş şekliyle 26/77 sayılı Emeklilik Yasası'nın 9(1) maddesi uyarınca Davacının mecburi emekliye sevk edilmesini rica etti.

2-0.6.2003 tarihinde konuyu görüşen Kamu Hizmeti Komisyonu, kendisine iletilen Bakanlar Kurulu kararına atıfta bulunduktan sonra Davacının, Değiştirilmiş şekliyle 26/77 sayılı Emeklilik Yasası'nın 9(1) maddesi uyarınca, 24.6.2003 tarihinden itibaren mecburi -emekliye sevk edilmesine karar verdi. Bu karar Komisyon Başkanı tarafından Davacıya, 23.6.2003 tarihli bir yazı ile bildirildi. Mecburi emekliye sevk edilen Davacı da, 5.9.2003 tarihinde bu davayı dosyalayarak alınan kararın Anayasaya, mevzuata ve İdare Hu-kuku ilkelerine aykırı olduğunu, dava konusu kararları alırken gerekli araştırma ve soruşturmanın ve/veya incelemenin yapılmadığını, kararın gerekçeden yoksun bulunduğunu, hakkında karar verecekleri Davacıya hiçbir bilgi ve/veya söz hakkı vermediklerini, B-akanlar Kurulunun 4.6.2003 tarihli kararının tüm üyelerinin iradesini ve imzasını taşımadığını, Bakanlar Kurulunun 4.6.2003 tarihli kararının, 17/93 sayılı Yasa ile onaylanması uygun bulunmuş olan Uluslararası Çalışma Örgütü İLO'nun 1982 tarihli 158 sayılı- İstihdama son verme (Termination of Employment) Sözleşmesine aykırı olduğunu, Kamu Hizmeti Komisyonunun, Yasanın öngördüğü gibi bir başkan ve dört üyeden oluşmadığını, yasal olarak oluşmamış bir kurulun kararının yoklukla sakat olduğunu iddia etmiş ve yuk-arıda belirtilen taleplerde bulunmuştur.

Davalılar dosyalamış oldukları Müdafaa Takririnde, sair iddialar yanında, 26/77 sayılı Emeklilik Yasası'nın 9(1) maddesi altında Bakanlar Kurulunun Kamu Hizmeti Komisyonuna öneride bulunma kararı ve Kamu Hizmeti -Komisyonunun bu öneri kararı ile konuyu inceleyip değerlendirdikten sonra takdirini kullanarak almış olduğu kararın Yasaya, Anayasa'ya uygun olduğunu, alınan kararın İdare Hukuku İlkelerine, bugüne kadar Yüksek İdare Mahkemesinde görülen mecburi emekliye s-evk konularındaki kararlara, gerekçe göstermesi gerekmediği yönündeki içtihat kararlarına ve Anayasa Mahkemesi kararlarına uygun olduğunu, Kamu Hizmeti Komisyonunun dava konusu kararı alırken usulüne uygun olarak ve Yasanın aradığı anlamda toplantı ve kara-r yeter sayısını haiz ve yetkili olduğunu iddia ederek, Davacının tüm iddialarını reddetmiş ve davanın masraflarla reddini talep etmişlerdir.

Bu safhada iken hemen belirtmem gerekir ki, Davalı No.3, dava layihalarının tamamlanmasından sonra, Davacı aley-hine 13.3.2006 tarihinde dosyalamış olduğu ihbarlı istida ile Davalı No.3 olan Sayıştay Başkanlığının, davadan çıkarılmasını öngören bir emir verilmesini talep etmiştir. İstidanın yapılan duruşmasında, konuyu inceleyen Yüksek İdare Mahkemesi 30.3.2006 tari-hinde Davalı No.3'ün davadan ihraç edilmesine karar vermiştir. Bu nedenle Davacının Talep Takririndeki 1'no'lu talebi, Davalı No.3'ün davadan ihraç edilmesi nedeniyle aleyhine hüküm verilemeyeceğinden, daha ileriye gidemeyeceği cihetle iptal edilir.

Yuk-arıda serdedilen olgulardan görüleceği üzere, Kamu Hizmeti Komisyonu, Bakanlar Kurulunun önerisi üzerine, değiştirilmiş şekliyle 26/77 sayılı Emeklilik Yasasının 9(1) maddesi uyarınca Davacıyı mecburi emekliye sevk etmiştir. Davacı da kendisini mecburi eme-kliye sevk eden, Kamu Hizmeti Komisyonunun 20.6.2003 tarihli kararını yakınma konusu yapmıştır.

İdare Hukuku ilkelerine göre, bir idari karar veya işlem, aksi kanıtlanıncaya kadar doğru ve meşru sayılır. Bu gibi bir işlem veya kararın hatalı ve gayrımeş-ru olduğunu kanıtlamak ise, iddiayı yapana düşmektedir. (Gör: YİM 4/85 D.19/85 Erdoğan Bilâl n/d Erdoğan Soygür ile Kamu Hizmeti Komisyonu vasıtasıyle KKTC) Davacı, dava konusu yaptığı kararın aşağıda belirtilen sebep ve/veya sebepler nedeniyle hatalı oldu-ğu iddiasındadır. Şimdi de Davacı tarafından öne sürülen bu iddiaları incelemeye çalışacağım.

I. Kararın gerekçesiz olduğu konusu:

YİM İstinaf 22/87 (D.10/88)'de ve bir çok YİM kararlarında vurgulandığı gibi, yürütsel veya yönetsel yetki kullanan bir o-rgan, makam veya kişi özellikle takdir yetkisini kullanırken vereceği kararı gerekçe ile desteklemelidir. Böyle bir karardan mağdur olduğu inancı içinde olan bir kişi, ancak aleyhine alınan karara dayanak teşkil eden sebepleri bildiği takdirde bu gibi kara-rın doğru veya yanlış olduğu yargısına varabilir. Ancak yasal düzenleme olması halinde gerekçe gösterme zorunluluğu kalmaz.

26/77 sayılı Emeklilik Yasası 9(1) maddesi ise aynen şöyledir:

"9(1). Herhangi bir yasa veya bu maddenin diğer fıkralarındaki kur-allar saklı kalmak
koşulu ile, hak sahiplerinin mecburi emekliye ayrılma yaşı altmışıncı yaştır.
Ancak Bakanlar Kurulu'nun önerisi üzerine Kamu Hizmeti Komisyonu, bir hak sahibini elli yaşını doldurduktan sonra herhangi bir zaman mecburi emek-liye sevkedebilir. Böyle bir hak sahibinin, emeklilik hakkı kazandıran hizmetinin hesaplanmasında; emeklilik hakkı kazandıran mevcut hizmet süresine, altmışıncı yaşı dolduracağı zamana kadarki süre eklenir ve emeklilik işlemi bu süre üzerinden hesaplanır."-


Yukarıda alıntısı yapılan yasa maddesinin şart bendi uyarınca işlem yapılması halinde, Kamu Hizmeti Komisyonu ilgili kişiyi mecburi emekliye sevk edebilir ve bunun için belirli bir sebebe dayanması gerekmez. Bu husus Anayasa Mahkemesinin 6/93 (D.3/94)- sayılı kararında da işlenmiş ve Yasanın 9(1) maddesi altında yetkilerini kullanırken, Yönetimin sebep gösterme zorunluluğu olmadığı, Anayasa'nın hiçbir maddesinin kamu görevlisine belirli bir yaşa kadar kamu görevinde çalışma güvencesi vermediği, mecburi -emekliye sevk edilen kişinin hiçbir maddi mağduriyeti olmadığı ve Davacının Mahkemeye müracaat hakkının elinden alınmadığı görüşü benimsenerek, ilgili maddeyi oy çokluğu ile Anayasaya aykırı bulmamıştır. Bu durumda, Yasanın 9(1) maddesinin öngördüğü duruml-arda herhangi bir gerekçe gösterilmesine gerek yoktur.

Yukarıda belirtilenler ışığında Kamu Hizmeti Komisyonunun dava konusu kararı herhangi bir gerekçe göstermeden aldığı açıktır. Değiştirilmiş şekliyle 26/77 sayılı Yasa'nın 9(1) maddesi de gerekçe gös-termeye gerek olmadığı doğrultusunda olduğuna göre ilgili kararda herhangi bir sakatlık yoktur.

II. Kamu Hizmeti Komisyonunun oluşumu konusu:

Davacı, dava konusu kararı üreten Kamu Hizmeti Komisyonunun 53/83 sayılı Yasanın öngördüğü gibi bir başkan v-e dört üyeden oluşmadığını, bu nedenle kararın yoklukla sakat olduğunu iddia etmiştir. Davacıya göre, Kamu Hizmeti Komisyonu, bir başkan ve dört üyeden oluşması gerekirken, kararın alındığı 20.6.2003 tarihinde dört kişiden oluşmaktaydı. Dört kişiden oluşan- kurul, yasanın öngördüğü Kamu Hizmeti Komisyonu sayılmadığı için dava konusu karar yoklukla maluldür. Davalılar ise Kamu Hizmeti Komisyonu dava konusu kararı alırken, yasanın aradığı anlamda toplantı ve karar yeter sayısını haiz ve yetkili olduğunu savund-ular.

53/83 sayılı Kamu Hizmeti Komisyonu ve Dairesi Kuruluş, Görev ve Çalışma Esasları Yasası, Kamu Hizmeti Komisyonunun aşağıdaki şekilde oluşacağını öngörmektedir. Yasanın ilgili maddeleri şöyledir:

"6. (1) Kamu Hizmeti Komisyonu, ........... Devle-t Başkanı tarafından atanan bir
Başkan ve dört üyeden oluşur.
7. Kamu Hizmeti Komisyonu Başkanının yetki ve görevleri aşağıda öngörülmektedir.
Başkanın yokluğunda bu görev ve yetkiler en kıdemli üyece yerine getirilir ve-
kullanılır.
(1),(2),(3),(4),(5),(6),(7).......................................
22.(1) Komisyon toplantılarına, Başkan ve Başkanın yokluğunda da en kıdemli üye
başkanlık eder.
Komisyon toplantılarında toplantı yeter sayısı 6-. madde uyarınca atanmış
üyelerin beşte üçüdür. Komisyon kararlarını salt çoğunluk esasına göre alır.
Oyların eşit olması halinde Başkanın ikinci bir oy kullanma hakkı vardır."


Olgulardan görüleceği gibi, dava konusu yapılan karar, Kamu Hizmeti K-omisyonunun 20.6.2003 tarihli toplantısında alınmıştır. Taraflarca ibraz edilen Kamu Hizmeti Komisyonunun 20.6.2003 tarihli emare 62'ye ekli toplantı tutanakları incelendiğinde, Kamu Hizmeti Komisyonu toplantısında hazır bulunan ve bulunmayan Komisyon Başk-an ve Üyelerinin ad ve soyadları ayrı ayrı yazılmak suretiyle düzenlenen toplantı tutanağında Başkan ve iki Üyenin hazır bulunduğu, bir üyenin hazır bulunmadığı, bir üye ile ilgili hiç bir şeyin yazılı olmadığı ve Davacının oy çokluğu ile mecburi emekliye -sevk edildiğine karar verildiği belirtilmektedir.

Toplantı tutanağında hazır bulunanlar:
Başkan : Ahmet Çağman, Üyeler: Dr: Ayten Berkalp ve Şermin Kotak.
Hazır Bulunmayanlar: Üye: Aysel Erduran. Beşinci Üye ile ilgili zabıtlarda hiçbir açıklama yoktur.-

Toplantı tutanağından, mezkûr toplantıya Kamu Hizmeti Komisyonunun Başkan ve iki üyesinin katıldığı açıkça görülmektedir. Belirtilenler ışığında Kamu Hizmeti Komisyonunun dava konusu kararın alındığı 20.6.2003 tarihli toplantısına Başkan ve iki üyenin -katıldığı sonucuna varır ve bu hususta bulgu yaparım.

Kamu Hizmeti Komisyonunun Kuruluş, Görev ve Yetkilerini düzenleyen 53/83 sayılı Yasanın 6(1) maddesine göre Kamu Hizmeti Komisyonu bir Başkan ve dört Üyeden oluşur. Ancak aynı Yasanın 22(2) maddesine -göre ise Komisyon toplantılarında toplantı yeter sayısı atanmış üyelerin beşte üçüdür, yani üçtür. Komisyon kararlarını salt çoğunluk esasına göre alır.

Yukarıda belirtilenlerden anlaşılacağı üzere Kamu Hizmeti Komisyonunun mutlaka 5 üye ile toplanması g-erekmez. Ayni Yasanın 22(2) maddesine göre Komisyon üç üye ile toplanıp karar alabilir.

Dava konusu kararın alındığı 20.6.2003 tarihli, emare 62'ye ekli toplantı tutanağı incelendiğinde toplantıya Başkan ve iki üye katılmış bulunmaktaydı. O gün komisyon -üç kişi olarak oturum yaptı ve "Sayıştay Başkanlığında görevli I. Sınıf Denetçi Mehmet S. Uğraşın'ın değiştirilmiş şekliyle 26/1977 sayılı Emeklilik Yasası'nın 9(1) maddesi uyarınca, 24 Haziran, 2003 tarihinden itibaren üye Sn. Şermin Kotak'ın red oyuna ka-rşın oyçokluğu ile mecburi emekliye sevkedilmesine karar vermiştir."

53/83 sayılı Yasanın 22(2) maddesinde öngörüldüğü gibi, Komisyon 20.6.2003 tarihinde üç kişi olarak toplandı ve kararı oyçokluğu ile aldı. Komisyon toplantılarında toplantı yeter sayısı -üç olacağına ve toplantıda en az üç kişi ile olabileceğine göre 20.6.2003 tarihinde alınan dava konusu kararın yasal ve geçerli olduğuna ilişkin bulgu yaparım. Bu nedenle Davacının bu başlık altındaki iddia ve yakınmaları reddolunur.

III. Bakanlar Kurulu-nun 4.6.2003 tarihli kararı, tüm üyelerinin iradesini ve imzasını taşımadığı nedeniyle yoklukla sakat olduğu konusu:

Davacının bu başlık altındaki iddia ve yakınmaları Sayın Yargıç Şafak Öneri'nin biraz sonra okuyacağı kararında ele alınmıştır. Sayın Ya-rgıç Şafak Önerinin kararını daha önce okuma fırsatım oldu. Bu başlık altında varılan sonuca katılırım. Bu nedenle Davacının bu başlık altındaki iddia ve yakınmaları reddolunur.

IV. Bakanlar Kurulu'nun 4.6.2003 tarihli mecburi emekliye sevk öneri kararı -ile Kamu Hizmeti Komisyonunun 20.6.2003 tarihli mecburi emekliye sevk nihai kararı 17/1993 sayılı Yasa ile onaylanması uygun bulunmuş olan Uluslararası Çalışma Örgütü İLO'nun 1982 tarihli ve 158 sayılı İstihdama Son Verme (Termination of Emplayment) Sözleş-mesine aykırı olduğu nedeniyle yoklukla sakat olduğu konusu:

17/1993 sayılı Yasa ile Onaylanması uygun bulunmuş olan Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO)'nun İşveren Tarafından İşe Son verme Hakkında 1982 tarihli 158 sayılı Sözleşmesi (Onay) Yasası'nın KKTC-'de uygulanabilir bir yasa olup olmadığını incelemek gerekir.

Uluslararası Andlaşmaları uygun bulma ile ilgili düzenlemeleri KKTC Anayasasının 90. maddesinde yer almaktadır. Konumuzu ilgilendiren 90. madde şöyledir:

"90. (1) Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyet-i adına yabancı devletlerle veya uluslararası
kuruluşlarla yapılacak andlaşmaların onaylanması Cumhuriyet Meclisinin onaylamayı bir yasa ile uygun bulmasına bağlıdır.
(2) ..............................................................-.................
(3) ...............................................................................
(4) ...............................................................................
(5) Usulüne göre yürürlüğe konulmuş uluslarara-sı andlaşmalar yasa
hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa
Mahkemesi olarak görev yapan Yüksek Mahkemeye başvurulamaz."

Anayasa'nın 90(1) maddesinden aldığı yetki ile KKTC Cumhuriyet Meclisi U-luslararası Çalışma Örgütü (İLO)'nun İşveren tarafından İşe Son Verme Hakkında 1982 tarihli 158 sayılı Sözleşmesini 17/1993 sayılı Yasa ile onaylanmasını uygun bulmuştur.

Anayasa'nın 90(5) maddesi usulüne göre yürürlüğe konmuş uluslararası andlaşmalar Ya-sa hükmündedir demektedir. Bu durumda 17/1993 sayılı Yasa ile onaylanması uygun görülen ILO'nun 1982 tarihli 158 sayılı Sözleşmesinin usulüne göre yürürlüğe girip girmediğini araştırmamız gerekir.

17/1993 tarihli Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO)'nun İşv-eren Tarafından İşe Son Verme Hakkında 1982 tarihli 158 sayılı Sözleşmesi (Onay) Yasasının 15 ve 16. maddeleri aynen şöyledir:

"15. Bu sözleşmenin resmi onayı ILO (Uluslararası Çalışma Bürosu) Genel
Sekreterliğine kaydedilmesi için- bildirilir.
16. (1) Bu Sözleşme, yalnız onayı ILO (Uluslararası Çalışma Bürosu) Genel
sekreterliğine kaydedilmiş olan üyeleri bağlar.
(2) Bu sözleşme iki üyenin onama belgelerinin Genel Müdür tarafından
- tescil edilmesi tarihinden on iki ay sonra yürürlüğe girecektir.
Daha sonra bu sözleşme, her üye hakkında kendisinin onama
belgesinin tescilinden itibaren on iki ay sonra yürürlüğe girecektir."


17/93 sayılı Yasa -ile onaylanan Sözleşmenin, Yasanın 15. maddesine göre ILO Genel Sekreterliğine kaydedilmesi gerekir. Aynı Yasanın 16(1) maddesine göre Sözleşme, Genel Sekreterliğine kaydedilmiş üyeleri bağlar ve Yasanın 16(3) maddesine göre de bu Sözleşme, Onama belgesini-n tescilinden itibaren on iki ay sonra yürürlüğe girecektir.

KKTC Türkiye dışında tanınmamış bir Devlet olarak ILO'ya üye olmadığı gibi, bu sözleşmenin ILO Genel Sekreterliğinde kaydedilip onama belgesinin tescilinden itibaren on iki ay sonra yürürlüğe -girdiği hususunda hiç bir şahadet, hatta iddia dahi yoktur. Şahadet yokluğunda sözleşme yürürlüğe girmiş sayılmaz. Bu Sözleşme, ancak onayı ILO Genel Sekreterliğine kaydedilmiş olan üyeleri bağlar. KKTC Devleti ILO'ya üye değildir. Bu nedenle Sözleşme KKTC- Devletini bağlamaz.


Yukarıda belirtilenlerden anlaşılacağı üzere 17/1993 tarihli, Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO)'nun İşveren Tarafından İşe Son Verme Hakkında 1982 tarihli 158 sayılı Sözleşme yürürlüğe girmediğinden KKTC Devletini bağlamaz. Bu neden-le 17/93 sayılı Yasa bu davaya uygulanamaz. Yürürlükte olmayan ve uygulanamayan bir yasa altında Davacının meşru bir menfaatı olamaz.
Davacının diğer bir yakınma konusu ise, kendisinin yaşının 50'yi geçmesi nedeniyle emekliye ayrılma değil, disiplin cezas-ı verilerek, bir yerde cezalandırılmak için mecburi emekliye sevkedildiği ve disiplin soruşturması olan bu davada kendisine söz hakkı verilmediği yönündedir.

Yim/İstinaf 22/87 (D.10/88)'de belirtildiği gibi 26/77 sayılı Emeklilik Yasası'nın 9(1) maddesi -tahtında görevden alınmasının bir disiplin soruşturması olmadığı, tamamen Yasanın verdiği yetkiye dayanarak, 50 yaşını geçen kamu görevlilerine şu veya bu şekilde İdare ile uyumlu çalışma imkânı kalmadığı zaman, ilgili kişinin tüm hak ve menfaatlerini verm-ek kaydıyle ve ilgili kişiyi rencide etmeyecek şekilde emekliye sevkini sağlamak olduğu vurgulanmıştır. Sayıştay Başkanı, Davacının tavır ve hareketleri karşısında, mecburi emekliye sevk önerisi yerine, Davacıyı Kamu Hizmeti Komisyonu'na sevkedip disiplin -cezası ile cezalandırma yönünü seçebilirdi. Ancak Kamu Hizmeti Komisyonu, Sayıştay ile uyumlu olarak Çalışma imkânı kalmayan Davacıyı, Bakanlar Kurulu'nun önerisi üzerine, 26/77 sayılı Emeklilik Yasası'nın 9(1) maddesi tahtında kendisine verilen yetkiyi ku-llanarak ve Davacının mağduriyetini önlemek suretiyle, 60 yaşına gelmiş gibi işlem yaparak Davacıyı rencide etmeden mecburi emekliye sevketme yolunu tercih etmiştir. Bu işlem yukarıda arzettiğim gibi, disiplin işlemi olmadığı cihetle kanımca Davacıya herha-ngi bir söz hakkı verilmesi gerekmemektedir. Bu görüşüm Prof.Dr.A.Şeref Gözübüyük, Yönetsel Yargı, 9. bası 1993, sayfa 160, paragraf 245'de destek görmektedir. İlgi yapıtın 245. paragrafı şöyledir:

"245. Savunma hakkına uyulmaması. Kural olarak yönetim-, ilgilinin savunmasını
almadan, karşı tarafı dinlemeden karar alabilir. Yönetimin belli konular dışında savunma alma yükümlülüğü yoktur."

Yukarıda belirtilenler ve varılan bulgular ışığında Davacı davasında başarılı olmadığı cihetle davanın reddedilme-si gerektiği görüşündeyim.


Şafak Öneri :Davacı, Nisan 1976 - 24/6/2003 tarihleri arasında Sayıştay'da denetçi olarak kamu görevi ifa etti. Sayıştay Başkanı 7/11/02 tarih ve S.0 10.000/10086 (P48) sayılı yazısı ile KKTC Başbakanından davacının mecburi e-mekliye sevkini Kamu Hizmeti Komisyonuna öneren bir Bakanlar Kurulu kararı çıkarılmasını talep etti. Bu talep üzerine Başbakanlık 12/11/2002 tarihinde Bakanlar Kuruluna sunmuş olduğu bir önerge ile, davacının mecburi emekliye sevk edilmesi için Bakanlar Ku-rulunun Kamu Hizmeti Komisyonuna öneride bulunması isteminde bulundu. 4/6/03 tarihinde toplanan Bakanlar Kurulu, davacının mecburi emekliye sevk edilmesinin Kamu Hizmeti Komisyonuna önerilmesine karar verdi. Kamu Hizmeti Komisyonu 23/6/03 tarihinde davacın-ın 24/6/03 tarihinden itibaren mecburi emekliye sevk edilmesine karar verdi. Bu karar üzerine davacı huzurumuzdaki bu davayı dosyaladı.
Davacı 5/9/03 tarihinde dosyaladığı dava ile aşağıdaki taleplerde bulunmaktadır:
"1. Sayıştay Başkanının, 7 Kasım 2002- tarih ve S.0.10.000/10086 (P.86)
sayılı, Sayıştay Denetçisi Mehmet S. Uğraşın'ın yaş haddinden önce
mecburi emekliye sevkini KKTC Başbakanından talep eden kararının,
2. Bakanlar Kurulunun, 4 Haziran 2003 tarih ve 1133/2003 sayılı,
Sayışt-ay Denetçisi Mehmet S. Uğraşın'ın, tüm kamu görevlileri için
yasa ile belirlenmiş yaş haddinden önce, mecburi emekliye sevkini
Kamu Hizmeti Komisyonu'na öneren kararının,
3. Kamu Hizmeti Komisyonunun, 23 Haziran 2003 tarih ve P.4880 sayılı,
S-ayıştay Denetçisi Mehmet S. Uğraşın'ı, tüm kamu görevlileri için
yasa ile belirlenmiş mecburi emekliye ayrılma yaşından önce ve kendi
iradesi hilafına, mecburi emekliye sevkeden kararının, iptali ve/veya
tamamen geçersiz, etkisiz, hükümsüz o-lduğu ve/veya hiçbir hukuki
değeri haiz olmadığı ve/veya mutlak butlanla ve/veya yoklukla sakat
olduğu hususunda bir karar ve/veya hükümdür."

Bu safhada mesele ile ilgili olarak diğer bazı olgulara da bir göz atmakta yarar vardır. Davacının mec-buri emekliye sevkine kadar olan süreç şöyle özetlenebilir; 1997 yılında Sayıştay Başkanlığı münhal ilan edildi. O tarihteki ilgili mevzuata göre atama, Meclis tarafından yapılmakta idi. Davacı münhale, Meclisin atama yetkisi olmadığı şeklindeki itirazını -saklı tutarak müracaat etti. Meclis münhale Soner Vehbi'yi atadı. Bunun üzerine davacı atamanın iptali için 134/97 sayılı YİM davasını dosyaladı. Mezkûr davada davacı, Meclis'in Sayıştay Başkanını atama yetkisinin Anayasaya aykırı olduğunu iddia ederek, ko-nunun Anayasa Mahkemesine havalesini sağladı. Anayasa Mahkemesi 3/99 sayılı davada verdiği karar ile Sayıştay Başkanının Meclis tarafından atanmasını Anayasaya aykırı buldu. Anayasa Mahkemesinin bu kararından sonra Meclis, 50/99 sayılı yasayı yaptı. Söz ko-nusu yasa, Bakanlar Kuruluna üç yıllık bir süre için Sayıştay Başkanını atama yetkisi vermekteydi. Davalı, Anayasa Mahkemesinin 3/99 sayılı davada verdiği karar üzerine, 17.11.99 tarihinde 134/97 sayılı davada hüküm kabul etti. Ayni gün Bakanlar Kurulu 50/-99 sayılı yasa altında yine Soner Vehbi'yi Sayıştay Başkanı olarak atadı. Bu atama üzerine davacı, 123/99 sayılı YİM davasını dosyalayarak mezkur atamanın iptalini talep etti. Bu davada da davacı, Bakanlar Kurulunun Sayıştay Başkanı atama yetkisinin Anayas-aya aykırı olduğunu iddia ederek, konunun Anayasa Mahkemesine havalesini sağladı. Anayasa Mahkemesi 9/00 sayılı davada verdiği karar ile, 50/99 sayılı yasanın ilgili hükümlerinin Anayasaya aykırı olduğuna karar verdi. Bu gelişme üzerine Meclis, 5/02 sayılı- bir yasa yaparak, Sayıştay Başkanı ve üyelerini atama yetkisini Cumhurbaşkanına verdi. Cumhurbaşkanı, Soner Vehbi'yi Sayıştay Başkanı olarak yeniden atadı.
Davacı, 123/99 sayılı davayı geri çektikten sonra, 68/02 sayılı davayı dosyalayarak Cumhurbaşkanın-ın Sayıştay Başkan ve üyesi atamalarının iptalini talep etti. Davacının mezkûr davada Anayasaya aykırılık iddiasında bulunması üzerine konu bir kez daha Anayasa Mahkemesine havale edildi. Bu arada Sayıştay Başkanı, davacının 50 yaşını tamamladığı 6/11/02 t-arihinden bir gün sonra, 7/11/02 tarihinde, emare 38'de ibraz edilen yazı ile, Başbakandan, davacının 26/77 sayılı Emeklilik Yasasının 9(1) maddesi altında mecburi emekliye sevkini Kamu Hizmeti Komisyonuna öneren Bakanlar Kurulu kararı çıkarılmasını talep -etti. Yukarıda belirttiğimiz gibi Başbakan 12/11/02 tarihinde, emare 38'deki talep doğrultusunda bir önerge hazırlayarak (emare 39) Bakanlar Kuruluna sundu. Uzun süre Bakanlar Kurulu gündemine alınmayan önerge, Anayasa Mahkemesinin 1/03 sayılı mezkûr haval-eyi 9/10/03 tarihinde dinlenmek üzere gün tesbiti yaptığı 3/6/03'den bir gün sonra 4/6/03 tarihinde, Başbakanın isteği ile gündem dışı olarak ele alınarak dava konusu Bakanlar Kurulu kararı üretildi.

Huzurumuzda bulunan dava 23/6/03 tarihinde dosyalanma-sına rağmen, bir sonuca ulaşılması, özellikle davacının davaya bağlı olarak yaptığı çeşitli müracaatlardan kaynaklanan gecikmeler nedeni ile yedi yıla yakın bir sürede gerçekleşebildi. Bu cümleden olmak üzere, çeşitli tehir talepleri dışında davacı, davası-nı muhtelif tarihlerde ve en son olarak 13/10/08 tarihinde olmak üzere dört kez tadil etti; bir tanesinin kararından istinaf ettiği iki kez ara emri müracaatı yaptı, üç kez Anayasaya havale müracaatında bulundu. Davalı 3 ise, davadan ihracı için müracaat e-tti. Tüm bu müracaatlar, bir çok kez duruşmalı olması ve prosedürel nedenlerle uzun zaman kaybına neden oldu.

Davayı etkileyen olgular yukarıda özetlemeye çalıştığımız gibidir. Davacının talep takririnde üç ayrı talepte bulunduğunu, yukarıda not etmişti-k. Davalı 3, davalı tarafından yapılan istida üzerine 30/3/06 tarihli karar ile davadan ihraç edilmiştir. Bu nedenle davacının talep takririndeki 1 nolu talebi daha ileriye götürülemeyeceği cihetle iptal edilir.

Davacının talep takririnde ileri sürdüğü -2 ve 3'üncü paragrafındaki talepleri ile ilgili iddiaları aşağıdaki şekilde özetlenebilir;
1- Bakanlar Kurulunun 4/6/03 tarih ve E1133-03 sayılı dava konusu kararı, Bakanlar
Kurulu üyelerinin tümünün iradesini ve imzasını taşımadığı için yok hükmündedi-r.
2- Kamu Hizmeti Komisyonu tarafından alındığı iddia edilen emare 62'de ibraz edilen 23/6/03 tarih ve P4880 sayılı yazısında ifade edilen dava konusu kararın, yasada tarifi yapılan Kamu Hizmeti Komisyonu tarafından alınmadığı nedeni ile yoklukla sakattı-r.
3- Kamu Hizmeti Komisyonunun mezkur kararı gerekçesiz olduğu ve davacıya müdafaa hakkı verilmeden alındığı için, 17/93 sayılı yasa ile onaylanan Uluslararası Çalışma Örgütü (İLO)'nün 1982 tarih ve 158 sayılı "İstihdama Son Verme" (Termination of employm-ent) sözleşmesine aykırıdır.
4- Dava konusu kararlar, kamu yararı amacı gütmemektedir. Çünkü mezkûr kararlar
Sayıştay Başkanının şahsi çıkar, makamı koruma saiki ve davacıya olan hasımane düşünceleri sebebiyle ve davacının, davalı aleyhine ikame ettiği- davaları sonuçsuz bırakmak maksadı ile alınmıştır.

Davacının iddialarını sırası ile ele alıp inceleyeceğiz.
Dava konusu Bakanlar Kurulu kararının, Bakanların tümünün iradesini ve imzasını
taşımadığı nedeniyle, yoklukla sakat olduğu iddiası.

Dava-cı, dava konusu E1133-03 sayılı Bakanlar Kurulu kararının, ayak divanı ile alındığını, yani önerge hakkında görüşme açılmadan, tartışılmadan, herhangi bir tutanak tutulmadan alındığını, keza Bakanların imzasını taşımadığını iddia etmektedir. Davacıya göre,- bu hususlar kararın iptalini gerektiren ciddi şekil (biçim ve yöntem) sakatlıkları doğurmaktadır.
Davalı ise, dava konusu kararın bir hazırlık işlemi olup icrai bir karar olmadığını, bu nedenle tek başına dava konusu yapılamayacağını iddia etmektedir. Da-valı, konunun Bakanlar Kurulunda görüşüldüğünü, tutanak tutulduğunu, ancak tutanağın yapılan görüşmelerin içeriğini yansıtmadığını, üretilen mezkûr kararın Bakanlar Kurulu üyeleri tarafından teamül gereği imzalanmadığını, bu eksikliklerin işlemi sakatlamad-ığını iddia etmektedir.

Söz konusu Bakanlar Kurulu kararının hukuki mahiyeti nedir? Davacının iddia ettiği gibi bir icrai karar mıdır? Yoksa davalı iddialarında haklı mıdır?
İdarenin hukuksal bir işleminin idari karar sayılabilmesi için icrai nitelikte o-lması, yani ilgilisi tarafından kabul edilmesine gerek olmaksızın hukuki sonuçlarını doğurması gerekmektedir. İdari kararın icrailiğinden bahsedildiğinde, kararın hukuk aleminde sonuçlar meydana getirdiği anlaşılır. (Bak: YİM İstinaf 10/09)
Hukuki işlemle-r fonksiyonlarına göre değişik isimlerle tanımlanır. Katagorik olarak belirtmek gerekirse, hukuki işlemleri iki ana başlık altında toplamak mümkündür.
1. Kesin ve icrai işlemler.
2. İcrai işlem karakterinde olmayan işlemler.
İdari davalar kesin ve icrai (y-ürütülmesi gereken) işleme karşı açılabilir. Herhangi bir hukuki işlemin kesin ve icrai işlem olup olmadığı, işlemin dayanağını teşkil eden hukuki mevzuatı düzenleyen kurallardan anlaşılabilir. Dava konusu işleme, ilgili mevzuat tarafından yapılan tanımlam-a ne olursa olsun, kesin ve yürütülmesi gerekli ise, mezkur işlem idari dava konusu yapılabilir. (Bak: YİM İstinaf 1/06) İcrai olmayan işlemler ise, idareden çıkmakla birlikte herhangi bir hukuki sonuç doğurmayan, yani hukuk aleminde bir değişikliğe sebebi-yet vermeyen işlemlerdir. Hazırlık işlemleri bu tür hukuki işlemlerdendir. Hazırlık işlemleri idari kararın alınmasından önce yapılan tavsiye, teklif ve temenni, verilen mütalaa ve rapor gibi yetkili makamı yönlendirici ve aydınlatıcı belgelerdir. Bunlar i-dari kararları oluşturan asıl iradeyi teşkil etmezler. Bu tür işlemler, ayrı bir dava konusu meydana getirmezler.

İdari işlem genellikle birden çok faaliyet ve işlemden oluşan bir bütündür. İdari işlemi oluşturan irade zaman içinde hazırlanır, tamamlanı-r ve uygulamaya konur. İdari kararlar süreç de denilen bir zaman dilimi içinde yer alır. Kimi idari işlemlerde ayni süreç içinde birden çok farklı nitelikte karar organının işbirliği söz konusudur. Bunlar karma işlemlerdir. Karma işlemlerde, önceki işlem s-onraki işlemin hukuksal nedenidir. (Bak: Prof. Dr. Gözübüyük, Prof. Dr. Tan İdare Hukuku, cilt 1, sayfa 414)
Zincir işlem olarak adlandırılan bazı karma işlemlerde, bir önceki zincir işlem sonra gelen asıl işlemi sınırlandırıyorsa, "ayrılabilir işlem" kura-lı gereği tek başına ayrı dava konusu olabilir. Ayrılabilir işlem kuralının söz konusu olmadığı karma işlemlerde ise, icrai işlem, önceki işlem değil asıl işlem (amaç işlem veya sonuç işlem)'dir.

26/82 sayılı yasa ile değiştirilen 26/77 sayılı Emekli-lik Yasası madde 9(1) şöyledir:
"9 (1) Herhangi bir yasa veya bu maddenin diğer fıkralarındaki kurallar saklı kalmak koşulu ile, hak sahiplerinin mecburi emekliye ayrılma yaşı altmışıncı yaştır.
Ancak, Bakanlar Kurulu'nun Önerisi üzerine Kam-u Hizmeti Komisyonu, bir hak sahibini, elli yaşını doldurduktan sonra herhangi bir zaman, mecburi emekliye sevkedebilir. Böyle bir hak sahibinin, emeklilik hakkı kazandıran hizmetinin hesaplanmasında; emeklilik hakkı kazandıran mevcut hizmet süresine, altm-ışıncı yaşı dolduracağı zamana kadarki süre eklenir ve emeklilik işlemi bu süre üzerinden hesaplanır."
- Mezkûr maddeye göre, mecburi emekliye sevk işlemi Bakanlar Kurulunun öneri işlemi ve asıl işlem olan Kamu Hizmeti Komisyonunun işleminden oluşan bir karma işlem mahiyetindedir.

Maddenin sözünden açıkca anlaşıla-cağı gibi mecburi emekliye sevk işlemi Kamu Hizmeti Komisyonunun yetkisindedir. Bakanlar Kurulunun yetkisi 50 yaşını dolduran kamu görevlisinin mecburi emekliye sevkini Kamu Hizmeti Komisyonuna önermekle sınırlıdır. Kamu Hizmeti Komisyonu öneriyi değerlend-irerek asıl işlemi yapar, yani, uygun görmesi halinde takdirini kullanarak ilgiliyi mecburi emekliye sevk edebilir veya öneriyi reddeder. Bakanlar Kurulu kararı Kamu Hizmeti Komisyonunun nihai kararının (asıl işlemin) dayanağını teşkil etmesine rağmen, sın-ırlandırma kabiliyeti yoktur. Diğer bir değişle, mecburi emekliye sevk işlemi "ayrılabilir işlem kuralının" söz konusu olabileceği bir işlem mahiyetinde değildir.

Yukarıdaki izahtan anlaşılacağı gibi, Bakanlar Kurulunun davacıyı mecburi emekliye sevkini- öneren kararı hukuk aleminde değişiklik yaratan icrai bir karar olmayıp, Kamu Hizmeti Komisyonu kararına dayanak teşkil eden bir işlem mahiyetindedir. Bu itibarla icrai bir karar olmadığı için ayrı bir dava konusu yapılamaz. Söylenenler ışığında talep tak-ririnin 2. paragrafındaki talepler reddolunur.

Nihai işlemin dayanağını teşkil eden işlemlerdeki hukuka aykırılık halleri nihai kararın hukukiliğini de etkilemektedir. Asıl işleme dayanaklık eden işlemdeki sakatlık nihai işlemin de sakatlığını doğurur. -Bu nedenle davacının bu konuda ileri sürdüğü iddiaları inceleyerek Bakanlar Kurulunun mezkûr kararını bu açıdan da değerlendirmek gerekir.

Huzurumuzdaki bu meselede sadece davacı şahadet vermiş başka tanık dinletmemiştir. Davalı namına verilen herhangi -bir oral şahadet yoktur. Dava ile ilgili olarak taraflar çeşitli belgelerden oluşan 74 adet emare ibraz etmişlerdir.
Davacı emare 50 Bakanlar Kurulu kararının hukuken sakat olduğunu aşağıdaki şekle (biçim ve yöntem) ilişkin usulsüzlük iddialarına dayandı-rmaktadır.
(a) Karar ayak divanı ile alınmıştır. Yani kurul üyeleri tarafından tartışılmadan alınmıştır.
(b) Karar ile ilgili tutanak tutulmamıştır.
(c) Karar Bakanlar Kurulu üyeleri tarafından imzalanmamıştır.

(a) Kollektif organların nasıl ve hangi y-öntemle karar alacakları mevzuatta belirlenmektedir.
Kollektif organların nasıl karar alacakları hususunda mevzuatta açık bir hüküm yoksa, genel idare hukuku kuralları uygulanır.

Bakanlar Kurulunun karar alırken uyacağı şekil şartları (biçim ve yöntem-) hususunda KKTC Anayasasında herhangi bir hüküm yoktur. Bunun gibi dava konusu kararların nasıl alınacağı 26/77 sayılı Emeklilik Yasasının 9(1) maddesinde keza 36/86 sayılı Bakanlar Kurulu Genel Sekreterliği Kuruluş, Görev ve Çalışma esasları yasasında sp-esifik olarak gösterilmemektedir. Mevzuat yokluğunda genel idare hukuku kurallarının uygulanması kaçınılmazdır. Konu ile ilgili olarak Anayasa Mahkemesinin 11/80 sayılı kararında şunlar yer almaktadır:
"Çağdaş ve uygar ülkelerde uygulanan ilkelere göre bir- işlem veya eylem yapmaya yetkili bir kurul, toplanmadan ve konuyu müzakere etmeden herhangi bir karar alamaz. Buna sebep de Kurul toplanmadığı hallerde konu kurul üyeleri tarafından tartışılmadan kabul veya reddolunur, halbuki doğal olarak karara bağlanac-ak konunun etraflıca kurul tarafından müzakere edilmesi ve üyelerin konu hakkında görüşleri, şayet varsa, belirlenmesi gerekir. Bu hususta Danıştay 5. Dairesi 1.4.1970 gün ve E.69/41/27 K.70/1162 sayılı kararda aynen şunları söyledi:
Kurullarca karara- bağlanması gereken hususlarda yetki, münferiden kişilere değil, bunların usulüne göre teşkil edecekleri heyete verilmiştir. Kurul üyeleri usulü dairesinde bir araya gelmedikçe ve müzakere açılmadıkça ferden irade beyanına yetkili değiller ve beyan edilen -bu iradeler bir karar mahiyeti iktisab edemez. Kurula izafesi mümkün olmayan böyle bir karar da yoklukla malûldur."

İdari kararlar aksi kanıtlanıp Mahkemece iptal edilinceye kadar hukuka uygun oldukları kabul edilir. İdari bir kararın hukuken sakat oldu-ğunu kanıtlamak, iddiada bulunan davacının yükümlülüğündedir. Davacı iddialarını tanık çağırarak ve/veya emarelerle kanıtlayabilir.
Kararı alan idare, bu anlamda ilgilisine oranla avantajlı durumdadır. İdarenin bu avantajlı durumunun ilgilisi açısından doğ-uracağı olumsuzlukların azaltılması, idareye güvenin sağlanması, Mahkemenin verilen kararı hukuka aykırılık yönünden sağlıklı bir şekilde denetleyebilmesi, idarenin elindeki bilgi ve belgeleri talep halinde Mahkeme önüne getirmesi ile mümkün olabilmektedir-. Huzurumuzdaki bu meselede de davacının iddiaları büyük ölçüde davalının sunduğu emarelere dayanmaktadır.
Davacı emare 50 Bakanlar Kurulu kararının ayak divanı ile alındığını, davalı tarafından ibraz edilen özellikle emare 49 "tutanağa" dayandırmaktadır.- Davacıya göre; emare 49, tutanak başlığını taşımasına rağmen böyle bir vasfı taşımamaktadır. Emare 49'da konunun Bakanlar Kurulunda tartışıldığına dair hiç bir belirti yoktur. Bilakis emare 49 konunun Bakanlar Kurulunda tartışılmadığını kanıtlamaktadır. D-avalı tarafından bulunan savcı ise, emare 49'un yeterli tutanak teşkil ettiği iddiasındadır.

Prof. Dr. Ejder Yılmaz'ın Hukuk Sözlüğü (2006) kitabında tutanağın ne olduğu şöyle açıklanmaktadır;
"Tutanak - Politik, idarî kurullar, ortaklık, dernek ve diğe-r kurullarda geçen görüşme aşamalarını ve kararları, yargılamada yapılan işlemleri, tarafların istemlerini ve diğer konuları kapsayan belge; resmî memur önünde yapılan işlem ve istem ve kararları gösteren belge; zabıt; zabıtname."

Bu tariften anlaşılabil-eceği gibi bir belgenin tutanak olarak anlam kazanabilmesi için konu ile ilgili olarak yapılan görüşme ve tartışmaların en azından özetinin belgede yer alması gerekir. Emare 49'a bakıldığında, tutanak olarak düzenlenen belgenin sadece emare 50 öneri kararı-na ilişkin olduğu, bunun dışında konunun tartışıldığına dair herhangi bir ibare içermediği açıklıkla görülmektedir. Bu durumda emare 49'un "görüşme tutanağı" olduğundan bahsedilemez.
Hal böyle iken, tutanak tutulmaması tek başına emare 50 kararın ayak diva-nı ile alındığını kanıtlamaya yeterli midir? Kanaatimizce tutanak tutulmaması, kabul edilebilen başka delil veya şahadetle desteklenmediği sürece tek başına, kararın, ayak divanı ile alındığını kanıtlamak için yeterli değildir.
Huzurumuzdaki meselede de, -konu kararın ayak divanı ile alındığına dair emare 49 dışında başka herhangi bir şahadet ibraz edilmiş değildir. Bu nedenle, kararın ayak divanı ile alındığı ve bundan dolayı yasal olmadığı iddialarını reddederiz.

(b) Davacı, tutanak tutulmasının esaslı b-ir şekil şartı olduğunu, dava konusu Bakanlar Kurulu kararının bu şekil şartına aykırı olarak tutanak tutulmadan alındığı için yok hükmünde olduğunu iddia etmektedir.
36/86 sayılı Bakanlar Kurulu Genel Sekreterliği Yasasının 5 ve 11. maddeleri uyarınca Ba-kanlar Kurulu toplantılarında tutanak tutulması gerekmektedir. Yukarıdaki bulgularımıza göre, emare 50 karar alınırken herhangi bir tutanak tutulmadığı bir gerçektir.
Tutanak tutulmaması diğer bir değişle bu husustaki biçim ve yöntem kurallarına aykırılık,- alınan kararın hukuki sonuçlarını ne şekilde etkilediğini incelememiz gerekir.

Biçim ve yöntem ile ilgili kurallara uyulmaması, hukuka aykırılık halini oluşturmakla beraber kararın ileriki safhalarında daha detaylı bir şekilde inceleneceği gibi bu aykır-ılık her zaman idari işlemi yoklukla sakatlamaz veya iptalini gerektirecek butlan halini oluşturmaz. Böyle hallerde işlemin şekil unsuru üzerindeki yargı denetiminde, şekil unsurundaki sakatlığın işlem üzerindeki hukuki etkisine bakılması gerekir. (Bak: TC- Danıştay 10. Dairesi E2000/1392 K2001/57) Konu ile ilgili olarak tek yargıçtan olan YİM'de 37/90 sayılı davada bizimde benimsediğimiz şu görüşlere yer vermektedir.
"53/83 sayılı Yasanın 25. maddesi Komisyon toplantısının özet bir şekilde tutanağa geçir-ilmesini öngörmektedir. 21.12.1989 tarihli toplantıda, adayların mülâkatları yapılırken hiç tutanak tutulmadığı anlaşılmaktadır. Tutanakların özet halinde tutulmasından güdülen esas gaye Komisyonun çalışmaları hususunda ihtilaf çıkması halinde bunları tetk-ik edip sağlıklı bir sonuca varmaktır. Bu tutanak tutulması yasa gereğidir. Ancak yasada aksine kural bulunmadığı sürece, bunların tutulmaması kendi başına her zaman idari kararın iptalini gerektirmez."

Mezkûr kararda iktibas edilen Hjilouca V. Republic- 1969 CLR sayfa 570-574'de ifade edilen konu ile ilgili görüşlere bağlayıcı olmamakla birlikte aynen katılırız.
"It is well settled in Administrative Law that, in the absence of any legislative provision regulating such a matter, the nonkeeping of minu-tes by a collective organ does not, in itself, vitiate a particular administrative decision, except if the absence of such minutes tends to deprive the decision, of due reasoning...."

Kararın ileriki safhalarındaki incelemelerimizde belirtildiği gibi, em-are 50 karar 6/93 sayılı kararda Anayasa Mahkemesince ortaya konan prensipler doğrultusunda alınmıştır. Mezkûr davada, Anayasa Mahkemesi, Emeklilik Yasasının 9(1) şart bendi uyarınca yapılacak mecburi emekliye sevk işleminde herhangi bir gerekçe gösterme z-orunluluğu olmadığına hükmedilmektedir. Tutanak tutulmasından güdülen amaçların en önemlisi, yargı denetiminin sağlıklı bir biçimde yapılmasına olanak sağlanmasıdır. Bu prensip, 6/93 sayılı Anayasa Mahkemesi kararı ile birlikte okunduğunda, tutanak tutulma-masının kararın alındığı tarihte, davacıyı olumsuz olarak etkilediğini söylemek mümkün değildir. Keza, dava ile ilgili tüm olgular özellikle Bakanlar Kurulu tarafından Kamu Hizmeti Komisyonuna gönderilen emare 53 yazıda ve Bakanlar Kurulunun emare 50 karar-ında herhangi bir gerekçe gösterilmemesi dikkate alındığında, tutanak tutulmaması bu davaya özgü olgular ışığında, davacının haklarını doğrudan etkileyen, kendi başına, alınan kararın iptalini gerektiren bir eksiklik değildir.
(c) Davacının mecburi emekl-iye sevkini davalı 1 Kamu Hizmeti Komisyonuna öneren emare 50 Bakanlar Kurulu kararının kurul üyesi bakanların imzasını taşımadığı, davalı tarafından da kabul edilen bir olgudur.
Davacı imza noksanlığının işlemi yoklukla malul hale getirdiğini iddia ederk-en, davalı bu iddiayı reddetmekte, Bakanlar Kurulu kararlarının yasal zorunluluk olmadıkça üye bakanlar tarafından imzalanmadığını, bunun bir teamül olduğunu ileri sürmektedir.

İdari işlemlerde imza hem en önemli şekil şartlarından birisi, hem de işlemi-n yetki unsuru bakımından çok önemli bir gerekliliktir. İdari işlemler imza ile tamamlanır. İmza hem işlemin bir şartı, hem de işlemi yapanın iradesinin gösterilmesi aracıdır. İşlemin yetkili makam tarafından yapılıp yapılmadığı imza ile anlaşılır. Bu anla-mda imza, işlemin yetkili makam tarafından yapıldığı hususunda "garanti işlevi" görür.
Kollektif organlar tarafından yapılan işlemler dışındaki işlemlerdeki imza eksikliği, genellikle hem şekil, hem yetki bakımından yokluk sebebi doğuran hukuka aykırılık -halini meydana getirmektedir. Kollektif organ tarafından yapılan idari işlemlerde ise, üyelerin imza eksikliği, genellikle yetki unsuruna ilişkin sakatlığa sebebiyet vermez, ancak şekil unsuru ile ilgili sakatlık hallerini öne çıkarır.
TC Danıştayı, yetk-i unsurunda herhangi bir sakatlığın olmadığı ve ilgili organın yetkisinin açıkça görüldüğü durumlarda üyelerin imza eksikliğini, sonucu etkilemeyen bir şekil (biçim) sakatlığı olduğu görüşündedir. Konunun incelendiği Danıştay 5. Dairesi E1984/1307 K1986/11-08 sayılı davadaki davacı, 24/6/82 tarihinde AİTİA tarafından Anayasa hukuku profesörlüğüne yükseltildi. Selçuk Üniversitesinde açılan bir profesörlük mevkiine müracaat eden davacının başvurusu, Yüksek Öğrenim Kurulu (davalı) tarafından AİTİA'nın profesörl-üğe atanma kararı tutanağının imzasız olduğu nedeni ile işlemin tamamlanmadığı sonucuna vardı ve atamayı reddetti. Danıştay mezkûr davada aşağıdaki ifadelerle davacının atanma kararının yasal olduğu sonucuna vardı.
"24.6.1982 günlü Profesör Kurulu toplantı-sında bulunan, bulunmayan izinli olan ve yurt dışında bulunan öğretim üyelerinin ad ve soyadları ayrı ayrı yazılmak suretiyle düzenlenen toplantı tutanağında davacının oyçokluğu ile Profesörlüğe yükseltilmesine karar verildiği belirtildiğine ve tutanak ile- tesbit edilen konularda ayrıca ilgililerin imzalarının bulunmaması hususu idari işlemin şekil yönünden iptalini gerektirecek bir noksanlık sayılamıyacağına göre, davacının Profesörlüğe yükseltilmemiş olduğunu söylemek mümkün değildir."

Huzurumuzdaki mes-elede daha önce belirttiğimiz gibi ne dava konusu kararda, ne de emare 49 olarak ibraz edilen karar tutanağında Bakanlar Kurulu üyelerinin imzası olmadığı sabittir. Yeri gelmişken Bakanlar Kurulu kararının teamül gereği imzalanmadığı iddialarının hukuken g-eçerli olmayıp, Bakanlar Kurulunun tüm kararlarının üyeler tarafından imzalanmasının bir şekil şartı olduğunu vurgularız.
Bu meseledeki olgulara göre emare 20 ışığında mezkur karar Bakanlar Kurulu üyelerince oybirliği ile alınmış, emare 49 altında tutanağ-a geçirilmiş, emare 53 ile kurul başkanı Başbakan tarafından, muhatabı olan Kamu Hizmeti Komisyonuna bildirilmiştir. Bu olgulardan ve emarelerden imza eksikliğinin yetki unsuruna ilişkin herhangi bir sakatlık doğurmadığı, sadece şekil unsuru yönünden işlem-i sakatladığı sabittir.

Kanaatimize göre bu meselede, huzurumuzdaki olgular ışığında, dava konusu Bakanlar Kurulu kararının kurul üyelerinin imzasını taşımaması, özellikle yetki sorunu yaratmadığı dikkate alındığında sonucu etkilemeyen bir şekil sakatlı-ğı olup işlemin iptalini gerektirmemektedir.

Yukarıdaki hukuki değerlendirmelerimiz ışığında emare 50 Bakanlar Kurulu kararının iptalini gerektirecek bir sakatlık bulunmadığı cihetle, esas işlem olan emare 62 Kamu Hizmeti Komisyonu kararının mezkur idd-ialar çerçevesinde hukuken sakat olmadığı bulgusuna varırız.

2. Kamu Hizmeti Komisyonunca alınan dava konusu kararın 158 nolu ILO sözleşmesine aykırı olup olmadığı hususu.

Kamu görevlileri, ilgili devlet organları vasıtasıyle, bir kamu hukuku bağı-yla devlette istihdam edilen kişilerdir. Çalışma yaşamı açısından kamu görevlileri ile devletin hukuki ilişkisi, işe alınma, çalışma, disiplin, ücret, hak ve yükümlülükler ve istihdamın sona ermesi koşullarının doğrudan yasalarla düzenlendiği bir hizmet il-işkisidir. Asıl ve sürekli kadrolardaki kamu görevlilerinin devletteki istihdam süresi -yasal sona erme halleri saklı kalmak koşuluyla- yasanın öngördüğü azami emeklilik yaş sınırına kadardır. Bu süre davacı için 60 yaş ile sınırlıdır.
7/79 sayılı Kamu Gö-revlileri Yasası uyarınca, devlet tarafından istihdam edilen kamu görevlileri, mezkûr yasanın kurallarına tabi olarak çalışırlar. Anılan yasanın 89. maddesine göre, kamu görevlilerinin istihdamı 4 şekilde sona erer;
1. Kamu görevinden kendi isteği ile çek-ilmesi halinde. (İstifa)
2. Ölüm halinde.
3. Kamu Hizmeti Komisyonu tarafından madde 100(5) altında verilen disiplin cezası sonucunda.
4. Emeklilik Yasası uyarınca emekliye ayılması halinde.
(a) Yasanın 8. maddesi uyarınca emekliye ayrılması nedeni ile.
(-b) Yasanın 9(1) maddesi şart bendi uyarınca, mecburi emekliye sevk edilmek sureti ile.
Huzurumuzdaki bu meselede davacının istihdamının sona erdirilmesi yukarıdaki tasnifte belirtilen Emeklilik Yasasının 9(1) maddesinin şart bendi altında mecburi emekliye- sevk yoluyla olduğu için incelememiz sadece bu konudaki yasal mevzuat çerçevesinde kalacaktır.

Öncelikle uluslararası sözleşmelerin iç hukuk sistemimizdeki yeri, bir hukuk normu olarak iç hukukdaki uygulama alanı, hükümlerinin iç hukukla çatışması hali-nde uygulanacak normların hangisi olacağı, diğer bir deyimle uluslararası sözleşmelerin iç hukuk kurallarına üstünlük taşıyarak uygulama önceliği bulunup bulunmadığı, sorununu inceleyeceğiz.

Uluslararası hukuk kurallarının iç hukuktaki uygulama alanı ve -bu kurallarla çatışan iç hukuk kuralları karşısında uygulama önceliği olup olmaması sorunu dünya ölçeğinde çok uzun süreden beri tartışma konusu olmaktadır. Bu konuda çatışan görüşlerden dualist (ikilikci) görüşe göre, uluslararası hukuk ile iç hukuk birbi-rinden tamamen farklı ve bağımsız iki ayrı hukuk düzenidir. Başını Alman hukukçu Trippel'in çektiği bu görüşe göre, uluslararası hukukun iç hukukta doğrudan uygulanma olanağı yoktur. Uluslararası hukukun iç hukukta uygulanabilir olması için, iç hukukun ulu-slararası hukuku açıkça kendi bünyesine almış olması gerekir. İki ayrı ve bağımsız hukuk düzeni söz konusu olduğu için, "kuralların çatışması" söz konusu olmaz.
Kelsen tarafından geliştirilen monist (tekci) görüşe göre ise, dünyadaki hukuk düzeni tekdir. U-luslararası hukuk ve iç hukuk bu düzenin parçalarını oluşturur. Sorun iki hukuk düzeni arasındaki hiyerarşi konusudur. Uluslararası hukuk kuralları iç hukuka göre daha üstün olduğu için, çatışma halinde, uluslararası hukuk kuralları iç hukuku bağlar.

Dev-letlerin uygulamaları bu iki görüş çerçevesinde farklılıklar göstermektedir. Örneğin İngiliz pratiğinde dualist sistem uygulanmakta, uluslararası anlaşmaların iç hukuk ile çatışması halinde iç hukuk kurallarının üstün geleceğini öngörülmektedir. Alman huku-kunda, insan haklarının korunmasına yönelik uluslararası kamu hukukunun genel kuralları doğrudan etkili olup Mahkemelerce uygulanmasının dışında, uluslararası hukuk, ancak bir kanunla iç hukuka dahil olduktan sonra uygulanabilir hale gelmektedir. (Bak: VII-I Avrupa Anayasa Mahkemeleri Konferansı, TC Anayasa Mahkemesi yayınları 18) Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Özet olarak söylemek gerekirse, devletlerin uygulamaları farklılıklar arz eder. Bazı devletlerin Anayasalarında uluslararası hukukun iç hukuka üstün-lüğü açıkça belirtilmesine karşı, bazı devlet Anayasalarında iki hukuk düzeni eşit tutulmakta, bazılarında ise bu konuda hiç bir hüküm içermemektedir.

Anayasa ve idare hukuku açısından tecrübelerinden ağırlıklı olarak yararlandığımız Türk hukukundaki du-ruma gelince; konu ile ilgili 1982 TC Anayasasının 90. maddesi Anayasamızın 90. maddesi ile ayni düzenleme içindedir. Mezkûr madde 1962 TC Anayasasında da yer almakta idi. Bu maddenin son fıkrası aynen şöyledir:
"Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlera-rası andlaşmalar kanu hükmündedir, bunlar hakkında Anayasaya aykırılığı iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz."
İlgili maddenin uygulaması Türkiye'de doktrinde çok tartışılmıştır. Bu tartışma çeşitli Mahkeme kararlarına da yansımış ve değişik- Mahkemelerde farklı kararlar verilmesine yol açmıştır.

TC Anayasa Mahkemesi E1996/55 K1997/33 sayılı kararında şu görüşler yer alır:
"Anayasada çıkarılacak bir yasanın yürürlükte bulunan bir anlaşmaya aykırı olamayacağı yolunda bir kurala yer veril-memiştir. Bu nedenle, anlaşma kuralına aykırı bir yasa çıkarılması olanaklıdır. Böyle bir yasanın, uluslararası sorumluluğu gerektirse dahi, iç hukuk bakımından geçerli olacağı kuşkusuzdur. İç hukuk yönünden, anlaşmalar ile yasalar arasında herhangi bir ça-tışma olması ve yorum yoluyla çözüm bulunmaması durumunda iç hukuka ait iki yasa arasındaki çatışmada uygulanacak kurallarla sorunun çözümü gerekir."


Yargıtay 21. Hukuk Dairesi E1996/2261 K1996/5790 sayılı kararında şu görüşler yer alır:
" Anayasa; bir- kanunla kabul edilmek koşuluyla, uluslararası sözleşmeyi, iç hukuk düzeninde ancak kanun gücünde bir tasarruf olarak kabul etmiştir. Gerçi anılan Anayasa maddeleri, bu kanunlar hakkında Anayasal Yargı yolunun kapalı olduğunu kabul etmişse de bu durum, anı-lan tasarrufların kanun üstünde bir güce sahip olduğu veya normlar hiyerarşisi bakımından bir anayasa kuralı gücünde olduğunu göstermez. Nitekim, Anayasamız; sözü edilen uluslararası sözleşmelerin sadece birer yasa olduğunu vurgulamış, bunların iç hukukta,- diğer yasalar karşısında uygulanma önceliği ve üstünlüğü olduğu yolunda bir açıklama veya ibareye yer vermemiştir. Şu duruma göre, uluslararası bir sözleşme yöntemine uygun olarak uygulanmaya konmakla bir yasal tasarrufa dönüşür ve iç hukuktaki yasal kura-llarla çatıştığında, sorun, Anayasal ilke ve hukukun bu alandaki kuralları dikkate alınarak çözümlenir. Anayasamızın, 11. maddesinde istisnasız kabul ettiği ilkeye göre; Anayasada yer alan hükümlerin tüm Devlet organları ile yargı kuruluşlarını bağlayacağı-nı öngörmüş ve kurallar hiyerarşisinde en üst yeri Anayasal hükümlere vermiştir. Böyle olunca; kurallar arasındaki çatışmada önceliğin Anayasal hükümlere verilmesi ve uluslararası bir sözleşme kuralı ile Anayasa hükmünün çatışması halinde, Anayasa hükmüne -geçerlik tanınması zorunludur. Anayasanın 138/1. maddesinde, Mahkemelerin bu sıralamayı dikkate alması bir kere daha belirlenmiştir. Bu kurallar sonucu olarak, denilebilir ki, Anayasal hükümlerle çatışan uluslararası bir sözleşme kuralının, Anayasal değişi-klik gerçekleşmeden veya Anayasal olur sağlanmadan, mahkemelerce, doğrudan uygulanması düşünülemez. Öte yandan, uluslararası sözleşmenin iç hukukta yer alan bir yasal kurala göre öncelik ve üstünlük taşıması veya doğrudan uygulanabilmesi uluslararası andla-şma hükümlerine uygun iç hukukta düzenleme yapılıp yapılmadığı ve bu alanda yasal sistemde boşluk bulunup bulunmadığına bağlıdır. Gereğinde yasa kurallarının çatışması durumunda uygulanan;
Sonraki norm öncekinin yerini alır (Lex posterior derogot prı-ori),
Özel kanun, genel kanundan önce gelir (Lex specialıs per generalem non deregatur),
Açık anlamlı norm, kapalı anlamlı norm'dan önce gelir, ilkeleri de gözetilerek sonuca ulaşılır."

Danıştay da, başlangıçta uluslararası sözleşmeleri uygulark-en, ulusal yararların ve iç hukuk kurallarının dikkate alınması gerektiğini belirtirken, daha sonra bundan vazgeçerek, uluslararası sözleşme hükümlerinin bağlayıcılığına karar vermiştir.

Danıştay 5. Dairesi E1986/1723 K1991/933 sayılı kararında konu i-le ilgili olarak şunları söylemektedir:
"Uluslararası sözleşmelerin anayasaya aykırılığı ileri sürülemeyeceğine ve bu sözleşmelerle bir devlet diğer devletlere karşı sözleşmede yer alan hak ve hürriyetlerden kendi vatandaşlarını da yararlandırma konusund-a diğer devletlere karşı uluslararası yükümlülük altına girmiş olduğuna göre, usulüne uygun bir şekilde onaylanarak yürürlüğe konulmuş nitelikte bir sözleşmenin Anayasaya aykırı bir hüküm taşısa bile uygulanmaktan alıkonulamayacağı, kendisinden önce ve son-ra çıkmış olan yasalara aykırılığı, ya da sonradan çıkan yasanın sözleşme kurallarını değiştirdiği ileri sürülerek uygulanmasının savsaklanamayacağı Türk Hukukunda genellikle kabul edilmektedir.
.................................................
usulüne gö-re onaylanarak yürürlüğe konulan sözleşmelerin hukuksal değerinin ve bağlayıcılığının gösterilmesine yönelik olduğunu da belirtmek gerekir. Sözkonusu hükme göre, iç hukukta doğrudan hukuksal sonuçlar yaratan uluslararası sözleşmelerin yukarıda belirtilen n-iteliği ve bunlara karşı Anayasa Mahkemesi'ne başvurulması ve böylece bu sözleşmelerin sonradan yapılacak ulusal yasal düzenlemelerle etkisiz kılınması yolunun kapatılmış olması, bu sözleşmelerin iç hukukta yasalar üstü bir konumda olduğunu ve yürütme ve y-argı organları için bağlayıcı nitelik taşıdığını apaçık ortaya koymaktadır. Nitekim, Anayasa Mahkemesi pek çok kararında, örneğin 274 sayılı Sendikalar Yasası ile ilgili 26-27.9.1967 günlü E.963/336-K.967/29 sayılı kararında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi-nin 11. maddesini bir Anayasa kuralı olarak değerlendirmiş ve böylece Sözleşmenin anayasal değer taşıdığını kabul etmiştir."

Ayni tartışmaların doktrinde de yer aldığı görülmektedir. Prof. Dr. Pertev Bilgen'e göre, iki hukuk dalının çatışması halinde iç- hukuk kuralları uygulanır. Prof. Bilgen, İdare Hukukuna Giriş 1986 isimli eserinde sayfa 126 - 127'de konu ile ilgili olarak şunları söylemektedir:
" Devlet milletlerarası bir andlaşmaya aykırı kanun yapmamak zorundadır. Bununla beraber bu zorunluluk huku-ki değil, siyasi bir zorunluluktur. Uluslararası andlaşmaların Anayasaya aykırılığının iddia edilememesi, başka bir ifade ile Anayasa Mahkemesi'nin yargısal denetimi dışında olması, sanıldığının aksine, onlara kanunun üstünde bir yer kazandırmaz. Uluslarar-ası andlaşmalar iki farklı egemenliğin iradesinin ürünü ve bu sebeple Anayasa Mahkemesi'nin egemenlik alanı dışında bulunduğu için milli mahkemelerin yargısal denetimi dışındadır. Yoksa Türk Hukukunda kanundan üstün oldukları için değil. Bu sebeple sonraki- kanun ile uluslararası andlaşma hükümleri çatıştığında sonraki kanun uygulanmak gerekir."

Buna mukabil Prof. Dr. Şeref Gözübüyük, İdare Hukuku Cilt 1, sayfa 84'de şunları söylemektedir:
"-Andlaşmanın yasa değerinde olduğunu söylemek, andlaşmanın yas-a ile değiştirilebileceği anlamına gelmez. Andlaşmadan sonra çıkan Anayasa'nın ya da yasanın, ne açıkça ne de üstü kapalı bir biçimde andlaşmada değişiklik yapması olanağı yoktur. Andlaşmalar ulusal hukuk kurallarına üstündür. Yargı yerlerinde özellikle ve- öncelikle uygulanması gerekir."

Türk Hukukundaki bu tartışmalar Anayasada Mayıs 2004'de yapılan değişiklik ile büyük ölçüde son bularak sorunun çözümü en üst norm ile sağlanmıştır. Mezkûr tadilât ile Anayasanın 90. maddesinin son fıkrasına şu hüküm ek-lenmiştir;
"Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası anlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası anlaşma hükümleri esas alınır."
Yapılan bu deği-şiklikten sonra temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası anlaşmaların iç hukuka üstünlüğü ve bağlayıcılığı Anayasal hukuk normu olarak da düzenlenmiş ve çatışma halinde hangisine öncelik verileceği konusundaki tereddütler monist sisteme yaklaşılarak -giderilmiştir.

Bir idari işlemin usulüne uygun olarak yürürlüğe konulan bir uluslararası sözleşmenin hükümlerine aykırı olduğu iddialarında bulunulduğunda, uygulanacak kurallar ise, aykırılığı ileri sürülen sözleşme maddesinin niteliğine göre değişiklik -arz eder.
Bu konu ile ilgili olarak zamanın Danıştay Başkanı Erol Çırakman ve 5. Daire Başkanı Nuri Alan tarafından, TC Danıştayını temsilen, 20-22 Nisan 1998 tarihinde, Yüksek İdare Mahkemeleri Uluslararası Derneği toplantısında sundukları raporda benim d-e aynen benimsediğim şu görüşlere yer verilmektedir:
"Usulüne uygun olarak yürürlüğe konulan uluslararası antlaşma, o andan itibaren, bir ulusal metin haline gelmiş olur. Aynı şekilde; bir ulusal metinde yeniden düzenlenen uluslararası kuruluşların- kararları ile uluslararası örf ve adet kuralları ve hukukun genel ilkeleri de, düzenlendikleri ulusal metnin yürürlüğe girdiği tarihlerden itibaren, birer ulusal hukuk kuralı sayılırlar. Bu yüzden; davacıların, davalarını, bu metinlerdeki düzenlemelere da-yandırmalarından daha doğal birşey olamaz.
Bununla birlikte; her uluslararası antlaşma hükmü veya bir uluslararası antlaşmanın her hükmü, bir idari davada ileri sürülebilecek nitelikte değildir. Bu nitelikteki bir uluslararası antlaşma hükmünün soyut -ve genel nitelikte bir hukuk kuralı koymuş ve kişilik dışı bir hukuki durum yaratmış olması gerekir. Örneğin; bildirici, açıklayıcı nitelikteki uluslararası antlaşmalar ile akid-antlaşma niteliğinde olan ve taraf devletler bakımından öznel hak ve yükümlülü-kler getiren ticari antlaşmalar, böyle olmadıklarından, her zaman, bir idari davada ileri sürülemezler.
Bildirici ve açıklayıcı nitelikteki bir uluslararası antlaşma hükmünün idari davada dayanak gösterilmesi, 1982 Anayasası bakımından iki halde olanak-lıdır. Bunlardan ilki, Anayasanın 15, 16, 42 ve 92'nci maddelerinin düzenleme alanları ile ilgili uluslararası antlaşma hükümleridir. Bu alanlarla ilgili uluslararası antlaşma hükümleri anayasal değerde bulunduklarından, bir idari davada ileri sürülebilirl-er.
İkinci hal, açıklayıcı nitelikteki uluslararası antlaşma hükmünün bir ulusal düzenlemeye konu edilmesidir. Bu halde ise, idari davada ileri sürülen, uluslararası antlaşma hükmü değil, ulusal düzenlemedir.
Bu iki hal dışında, bildirici ve açıkl-ayıcı nitelikteki uluslararası antlaşmalar, idari davada ileri sürülmesi olanaklı bir hukuk kaynağı oluşturmaz. Fakat, yardımcı kaynak olarak yararlanılmaları olanaklıdır (Danıştay 1.D., 1.S.1991, E:1991/53, K:1991/61.) Nesnel (objektif) ve genel bir hukuk- kuralı doğurmayan akid-antlaşmalara, bir idari davada, bir hukuk kaynağı olarak değil, fakat kimi hallerde, idari davaya konu işlemin sebep unsurunu oluşturan maddi olayın (örneğin vergiyi doğuran olayın) nitelendirilmesinde dolaylı olarak başvurulmaktadı-r."
.................................................
"Bir uluslararası hukuk kuralının bir idari davada ileri sürülebilmesi için, ayrıca, doğrudan uygulanabilir nitelikte olması da gereklidir. Taraf devletlerin iç düzenlemeleriyle uygulanabilir -hale getirilmesi gereken uluslararası hukuk kuralları, doğrudan uygulanabilir nitelikte olmadıklarından, böyle bir iç düzenleme olmadan, idari davada ileri sürülemezler. Hangi uluslararası hukuk kuralının doğrudan uygulanabilir olduğunun belirlenmesinde ku-llanılan açık içtihadı ölçütler yoktur."
.................................................
"Bir uluslararası hukuk kuralının, usulüne uygun olarak bir uluslararası antlaşmanın onaylanması veya bir ulusal metinde yeniden düzenlenmesi suretiyle yürü-rlüğe konulmasından sonra, idarece, bu hukuk kuralına dayanılarak veya bu hukuk kurallarına aykırı davranarak, genel, kişilik dışı ve objektif düzenlemeler yapılabileceği gibi, kişilerin hukukunda değişiklikler yaratan özel, kişisel ve subjektif nitelikte -idari işlemler de tesis edilebilir.
Bu idari işlemlerin iptali istemiyle idari yargı yerlerinde açılan idari davalarda, davacılar, iç hukuk kuralı halini alan uluslararası hukuk kurallarına dayanarak, dava konusu idari işlemin tüm unsurlarına yönelik -hukuka aykırılık iddialarında bulunabilirler. Ayrıca; idari yargıç da, re'sen saptadığı uluslararası hukuka aykırılık halini, taraflarca ileri sürülmemiş olsa bile, kararına dayanak olabilir."
.................................................
"Ul-uslararası hukuk kuralını ihlal eden, düzenleyici veya kişisel nitelikli bir idari işlem ise; bu idari yargıç için herhangi bir sorun yaratmaz. Bu takdirde, uluslararası hukukun ihlalinin işlemi hangi yönden sakatladığı araştırılır ve bu araştırmanın sonuc-una göre idari işlemin iptaline karar verilir."
.................................................
"Ancak, bir uluslararası hukuk kuralını ihlal eden bir idari işlem değil, daha sonra yürürlüğe giren bir yasa hükmü ise burada, ulusal yasa halini al-an uluslararası hukuk kurallarının hukuki gücü ile ilgili açıklamalarımızdan hatırlanacağı üzere, Türk İdari Yargısının uygulaması, öğreti'de kabul edilen görüşün aksine, uluslararası hukuk kuralının üstünlüğüdür. Buna göre; böyle bir çatışma ile karşılaşa-n idari yargıç, davada ulusal hukuk kuralına değil, uluslararası hukuk kuralına öncelik verir."
.................................................
"Uluslararası hukuk kuralına aykırı bulunan iç hukuk normu, bir idari düzenlemeden kaynaklanmakta ise-; bu, düzenlemenin hukuka aykırı olduğu anlamına gelir. Bu takdirde; yargıç, hukuka aykırılığın ağırlık derecesine göre, onu iptal eder veya yokluğuna karar verir.
Buna karşılık; uluslararası hukuk kuralını ihlal eden iç hukuk normu daha önce yürürlüğe- giren bir yasa hükmünden kaynaklanmakta ise, iç hukuk normunu düzenleyen yasa hükmü, uluslararası hukuk kuralının yürürlüğe girdiği tarihte zımni örtülü olarak yürürlükten kalkmış olur. Uluslararası hukuk kuralını ihlal eden iç hukuk normu daha sonraki ta-rihte yürürlüğe girmiş ise, uluslararası hukuk kuralının üstünlüğünün kabulü sebebiyle, idari yargıç, iç hukuk kuralını ihmal ederek, uluslararası hukuk kuralını uygular."


Ülkemizde uluslararası sözleşmelerin tabi olacağı hukuki rejim Anayasan-ın 90. maddesinde düzenlenmektedir. Konumuzu ilgilendiren madde 90(5) şöyledir:
"90. (5) Usulüne göre yürürlüğe konulmuş uluslararası andlaşmalar yasa
hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile
Anayasa M-ahkemesi olarak görev yapan Yüksek Mahkemeye
başvurulamaz."

KKTC'nin Türkiye dışında dünyadaki başka herhangi bir devlet tarafından siyasi olarak tanınmamış olması, uluslararası hukuk alanında geniş bir yelpazede, diğer dünya devletleri i-le ilişkiler kurmamızı ve ikili uluslararası sözleşmeler yapmamızı engellemektedir. Uluslararası hukuk ile münasebetimiz, Anayasamızın açık hükümlerinde yer alan ve doğrudan uygulanabilen kurallar, örneğin 13. maddede düzenlenen yabancılar için hak ve özgü-rlüklerin kısıtlanma şartları, 1963'den önce Kıbrıs Cumhuriyeti zamanında kabul edilmiş uluslararası sözleşmeler ve Anayasanın 90. maddesi altında Türkiye ile ikili anlaşmalar dışında tek taraflı olarak kabul ettiğimiz uluslararası sözleşmeler ile sınırlı -kalmaktadır.

Bu nedenlerle uluslararası hukuk alanındaki hukuki tecrübemiz son derece kısıtlı olup, iç hukuk kuralları ile uluslararası hukuk kurallarının çatışması halinde hangi hukukun uygulanacağı konusunda emsal içtihat kararlarımız maalesef yoktur.- Konu ile ilgili olarak yaptığımız araştırmada, sorunun çözüm şekline ışık tutacak mahiyette ülkemize ait sadece 3/2006 sayılı Anayasa Mahkememizce verilen karardan başka içtihat niteliklikli bir karar mevcut değildir. Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlay-ıcılığını da akılda tutarak, uluslararası sözleşme hükümlerinin iç hukukumuzla çatıştığı durumlarda, hangi sisteme göre çözüm üretileceğini tesbit etmeye çalışacağız.
Uluslararası hukuğun hangi hallerde bağlayıcı olacağı ve düzenlediği hukuk normlarının i-ç hukuk norumları ile çatışması durumunda hangisinin uygulanacağı ile ilgili olarak mezkûr kararda şunlar yer almaktadır:
"Anayasa" bilhassa "yabancıların durumu" başlığını taşıyan 13. maddesi ile "uluslararası andlaşmaları uygun bulma" başlığını ta-şıyan 90. maddesi Anayasamızın uluslararası hukuka ne kadar önem verdiğinin göstergesidir.
Yukarıda aynen alıntısı yapılan 5. fıkra hükümlerine göre KKTC'de usulüne göre yürürlüğe konmuş uluslararası andlaşmalar sadece yasa hükmünde olmakla kalmayıp bu-nlar hakkında Anayasa'ya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkememize dahi başvurulamaz. Bir başka deyişle bunlar Anayasa ile aynı seviyededir ve diğer yasalardan üstündür. 1950 Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, ona ek 1'inci protokol ile birlikte Anayasamızın- 90. madde hükümlerinde öngörüldüğü kritere uygun olarak 39/62 sayılı kanun ile Kıbrıs Cumhuriyeti tarafından kabul edilmiştir (kabul olunduğu tarihte yürürlükte olan 90. maddeye muadil 1960 Anayasasındaki 169'uncu maddede idi ve sözü edilen maddenin 3. pa-ragrafı aynen şöyle kaleme alınmıştır):
" ............ treaties, conventions and agreements concluded in accordance with the foregoing provisions of this Article shall have, as from their publication in the offical Gazette of the Republic,- superior force to any municipal law ...."
...........................................
" Ancak kararın başında yukarıda belirtildiği gibi 15 Kasım 1983 tarihli, Kıbrıs Türk Federe Devleti Meclisinin oybirliği ile aldığı, KKTC'nin Kuruluş Kararı ve Ba-ğımsızlık Bildiriminde, Türkçe isimleri verilerek Universal Declaration of Human Rights, International Convention on the Elimination of All Forms of Racial Discrimination, International Covenant on Civil and Political Rights'a atıfta bulunularak, bunların -içeriğini Kıbrıs Türk Halkının tanıyıp kabul ettiği dünyaya haykırılmıştır. İlâveten yukarıda isimleri verilen konvansiyonların içeriği uluslararası hukuk sahasında yeni prensipler ihdas etmeyip "Customary International Law" diye vasıflandırabileceğimiz pr-ensipleri, anlaşmalar haline dönüştürdüğünden (codify) ve Customary International Law hükümleri tüm devletleri bağladığından KKTC devleti de bunlar ile bağlıdır.
Uluslararası hukuk sahasından ayrılıp ulusal hukuku incelemeye başlamadan, söylenenleri -bir özetleyip uluslararası hukuka göre yasal duruma tekrar bir göz atmada fayda var: Uluslararası hukuk, ırka dayalı her türlü ayrımcılığı ve insan hakkı özgürlük kısıtlamalarını yasaklamaktadır, buna gayrımenkul mal sahibi olma hakkı ve veraset yolu ile m-al elde etme hakkı da dahildir. Irkına istinaden kişinin mülkiyet hakkına dokunulamaz. Bu hak Anayasamızın 13'üncü maddesindede ön görüldüğü gibi KKTC'deki yabancılar için uluslararası hukuka uygun olarak kısıtlanabilir. Bir başka deyişle, kamu yararına ol-mak kaydı ile uluslararası hukuka uygun olarak kısıtlanabilir."
................................................
" Mümkün mertebe Anayasa metninin uluslararası hukuk ile çatışmayan bir anlamda tefsir edilmesi, Anayasa Mahkemesinin görevleri arasındadır. -Meselâ, Erdoğan Teziç, Anayasa Hukuku (Genel Esaslar, II. Baskı, (1991) isimli kitabının 9. sayfasında) konu ile ilgili olarak aynen şöyle demektedir:
" İç hukuk metni olan Anayasa ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi arasında çatışma söz konusu olduğunda, -uluslararası hukukun üstünlüğü gereği, Anayasanın sözleşmeye uygun yorumlanması gerekir. Bu konuda yani Anayasa ile sözleşme arasındaki bir çatışma durumunda Sözleşmenin uygulanması gerektiği de ileri sürülmektedir."
Bu konuda Davacıların Müdafaaya Cev-ap Takrirlerinde 5'inci paragrafında '.... Hukuk normlar içerisinde hiyerarşik olarak Anayasanın en üstte olduğu ve başka hiçbir mevzuat ve/veya anlaşmanın ve/veya Uluslararası Sözleşmenin Anayasanın üstünde olamayacağı iddia olunur' sözlerinin hukuki daya-naktan yoksun olduğu görülmektedir. Davacılar bu iddialarını destekler mahiyette Mahkemeye hiçbir hukuki dayanak gösteremedikleri bir yana, Erdoğan Teziç'in yukarıda alıntısı yapılan sözlerini destekleyen bir çok içtihat mevcuttur. Mesela, Ian Brownlie, Pr-inciples of Public International Law, Fifth Edition, sayfa 35'de uluslararası hukuk ile ulusal hukukun bir konuda çatışması halinde uluslararası hukukun geçerli olduğunu söylemekte ve "The same principle applies where the provisions of a constitution are r-elied upon" demekte ve PCIJ'in bir kararından alıntı yaparak '.... a State cannot adduce as against another State its own Constitution with a view to evading obligations incumbent upon it under international law or treaties in force' demektedir. (Bak: Poli-sh Nationals in Danzig (1931), PICJ, Ser.A/B, no.44, p24). Bu uluslararası hukuk prensiplerini akılda tutulmadan Anayasanın 159. maddesinin 1. paragrafı okunduğunda yanıltıcı olabilir, ve maddenin esas gayesi de gözden kaçabilir."
........................-.........................
" Demek ki Anayasanın 159. maddesi kaleme alınırken Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin uluslararası hukuka saygılı bir ülke olacağı düşünülmekte ve tasarlanmakta idi. Dolayısıyla Anayasanın 159. maddesi bu anlamda tefsir edi-lirse, bir yandan uluslararası hukuka uyum içinde tefsir edilmiş olur, öte yandan bu gün ülkemizde mevzuat arasında yerini bulan ve Anayasa ile denk bir seviyede yerini alan 1950 Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin ilgili maddeleri ve 1. protokolu ile de uy-um sağlamış olunur. İlâveten böyle bir tefsir Anayasanın diğer maddeleri ile de uyum içinde olur."

Görüldüğü gibi Anayasa Mahkemesi Anayasa'da herhangi bir hüküm bulunmamasına rağmen, Meclisin aldığı "Kuruluş Kararı ve Bağımsızlık Bildirisi"'nde, temel ha-k ve özgürlüklere ilişkin uluslararası sözleşme hükümleri ile, uluslararası örf ve adet hukuku kurallarının, KKTC'de doğrudan uygulanabileceğine karar vermek suretiyle, monist görüşe daha yakın bir pozisyon çizmiştir.

Anayasa Mahkemesi 3/06 sayılı davad-a verilen kararında, KKTC'de usulüne uygun olarak yürürlüğe konmuş uluslararası sözleşmelere de ayni bakış açısı ile yaklaşmaktadır. Buna göre, sözleşmeler sadece yasa hükmünde olmayıp, bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine ba-şvurulamaz. Bunlar Anayasa ile ayni seviyededir ve diğer yasaların üstündedir. Anayasa maddelerinin uluslararası sözleşmeye uygun yorumlanması gerekir. Herhangi bir yasanın yorumu yapılırken, uluslararası sözleşme hükümleri tıpkı Anayasa hükmü gibi dikkate- alınmalıdır. Özetle, iç hukukumuz ile uluslararası hukuk arasında bir çatışma olması halinde uluslararası hukukun hükümlerinin uygulanması gerekir. Anayasa hükümleri ile uluslararası hukukun çatışması halinde ise, Anayasa hükümleri uluslararası hukuka ayk-ırı olmayacak biçimde yorumlanır.

Devletler bir uluslararası sözleşme imzalarken veya var olan bir sözleşmeye taraf olurken, sözleşme içeriğini kabul ederler ve kendi iç hukuk kuralları ile olan ilişkisini değerlendirirler. Bu anlamda, pacta sunt servan-da ilkesi önem arzeder. Bu nedenle, kendi iç hukuk kurallarını öne sürerek sözleşmenin getirdiği yükümlülükten kurtulamazlar. Bunun aksi uygulamalar siyasi bakımdan tanınmış devletler için hukuki yaptırımların uygulanmasına yol açabilir. Ülkemizin siyasi o-larak tanınmamış olması, uluslararası hukuki yükümlülük bakımından herhangi bir yaptırım uygulanmasını engellemekle birlikte, böyle bir uluslararası sözleşmenin iç hukuk bakımından bağlayıcı olduğu tartışılmazdır. Anayasanın 90(5) maddesinde yer alan hüküm- gereğince, uluslararası sözleşmeler yasa hükmündedir. Bu nedenle, Meclis tarafından kabul edilen sözleşmeler doğrudan iç hukukun bir parçası haline geldiği için, tartışmasız bir biçimde iç hukukta uygulanır ve hükümlerine doğrudan başvurulabilir. Uluslara-rası sözleşme hükümlerinden bazıları doğrudan uygulanabilme özelliğine sahip olmayabilir. Bazı hükümleri, kanun koyucuya hitap ederek iç hukuka ilgili sözleşmeye uyumlu hale getirme mükellefiyeti yükler. Yukarıda incelendiği gibi, uluslararası hukukun, doğ-rudan uygulanabilirlik özelliğinin bulunduğu durumlarda ki bunlar genellikle insan hak ve hürriyetlerine ilişkin hususlardır idare, söz konusu hükme uygun davranmak zorunda olup, idarenin yargısal denetimi de bu esaslara göre yapılır. (Bak: İdare Hukuku Do-ç. Dr. Ethem Atay (2006) sayfa 48) Anayasa madde 90, çatışma halinde hangi hukukun uygulanacağına dair TC Anayasasındaki gibi açık hüküm içermemekle birlikte uluslararası anlaşmalar için Anayasal yargı yolunun kapalı olduğu göz önüne alındığında, uluslara-rası hukukun yasalar üstü ve bir Anayasal norm mahiyeti kazandıkları anlamına gelmemekle birlikte, hükümlerinin Anayasa hükmü değerinde olduğu, Anayasa hükümlerinin sözleşme hükümlerini de dikkate alarak yorumlanması gerektiği, sözleşme hükümlerinin iç hu-kuk hükümleri ile çatışması halinde, sözleşme hükümlerinin doğrudan uygulanabilir nitelikte olanlarının uygulanması gerektiği anlaşılır.

Yukarıda söylenenler ve özellikle Anayasa Mahkemesinin 3/2006 sayılı kararı ışığında usulüne uygun olarak yürürlüğe -konulmuş uluslararası sözleşmelerin iç hukukumuza olan etkileri ve uygulama alanı aşağıdaki şekilde özetlenebilir;
(a) Usulüne göre yürürlüğe konmuş, uluslararası sözleşmeler iç hukukun bir parçasıdır ve doğrudan uygulanabilen sözleşme hükümleri iç hukukt-a kendiliğinden uygulanır.
(b) Uluslararası sözleşmeler Anayasaya aykırı olsa bile uygulanır, bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiaları ileri sürülemez.
(c) Uluslararası sözleşme hükümlerinin iç hukuk hükümleri ile çatışması halinde uluslararası sözle-şme hükümleri uygulanır.
(d) Uluslararası sözleşmelerin usulüne uygun kabulünden sonra yapılan Anayasal veya yasal iç hukuk düzenlemelerinin, açık veya kapalı bir şekilde uluslararası sözleşme hükümlerini iptal veya etkisiz hale getirmesi söz konusu değil-dir. Anlaşma hükümleri iç hukukta sonuçlarını doğurmaya devam eder.

Uluslararası sözleşmelerin bağlayıcılığı ve iç hukuktaki etkilerini inceledikten sonra şimdi de dava konusu 158 sayılı ILO sözleşmesini ve bu sözleşmenin huzurumuzdaki meseleyi etkileyip- etkilemediğini incelemeye geçebiliriz.

Çalışma hakkının korunmasını simgeleyen "iş güvencesi" kavramı, esas itibarıyle emeği ile geçimini sağlayan çalışanları istihdamın haksız feshine karşı koruyan normatif düzenlemelerdir.

Diğer şeyler yanında çal-ışana iş güvencesi sağlayan 1982 tarihli "İşveren Tarafından İşe Son Verme Hakkında, 158 sayılı uluslararası çalışma örgütü (ILO sözleşmesi)" ( C 158 Termination of Employment Convention, 1982) Cumhuriyet Meclisinin 16/3/93 tarihli oturumunda kabul edilere-k Cumhurbaşkanı tarafından Anayasanın 94(1) maddesi altında 30/3/93 tarihli Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe girdi. Mezkûr sözleşme genel olarak işveren tarafından haksız işe son vermenin önlenmesine ilişkin hükümler içermektedir.
Mezkûr sözleşmenin, -KKTC'nin siyasi olarak tanınmamış olması nedeni ile 15 ve 16. maddelerindeki ILO nezdindeki tescil işlemi tamamlanmadığı için uluslararası hukuk bakımından bağlayıcılığı yoktur. Buna mukabil yukarıda belirttiklerimiz çerçevesinde Anayasanın 90. maddesi kur-alları gereğince iç hukuk bakımından bağlayıcılığı tartışılmazdır. (Bak: Prof. Dr. Hüseyin Pazarcı, Uluslararası Hukuk 5. baskı, sayfa 76)
Davacı, dava konusu emare 62 Kamu Hizmeti Komisyonu kararının gerekçesiz olduğunu, keza mezkûr karar alınırken kendi-sine söz ve/veya müdafaa hakkı verilmediğini iddia etmekte ve bu durumun 158 sayılı ILO sözleşmesine aykırı olduğunu ileri sürmektedir.
Davalı, davacının iddialarını red etmektedir. Davalıya göre;
i- 158 sayılı ILO sözleşmesinin devlet memurlarına uygulanm-a olanağı yoktur.
ii-Anayasa Mahkemesinin 6/93 sayılı kararına göre, Emeklilik Yasasının 9(1) maddesi şart bendi uyarınca mecburi emekliye sevk işleminin herhangi bir gerekçeye dayanması (sebep taşıması) şart değildir.

Mezkûr kararın gerekçesiz olması -halinde meydana gelecek hukuki sonuçlar bu başlık altındaki incelememizin esas konusunu oluşturduğundan, öncelikle dava konusu kararın gerekçe taşıyıp taşımadığını tesbit etmemiz gerekir.
Dava konusu karar alınırken davacıya söz ve/veya müdafaa hakkı veri-lmediği ise ihtilaf konusu değildir.

Bir idari kararın gerekçesi kararın içeriğinden, en azından tutanaklardan, veya dosyadaki diğer belgelerden görülmesi gerekir. Gerekçe bu şekilde görülmüyorsa, kararın gerekçesiz olduğu kabul edilir.
Dava konusu ema-re 62 karara bakıldığında, herhangi bir yazılı gerekçe içermediği açıklıkla görülmektedir. Müdafaa takririndeki iddialara göz atıldığında da, kararın ileriki safhalarında daha detaylı olarak inceleyeceğimiz gibi, 6/93 sayılı davada Anayasa Mahkemesince ver-ilen karar ışığında, 26/77 sayılı Emeklilik Yasası madde 9(1) şart bendi uyarınca,mecburi emekliye sevk işleminde, herhangi bir gerekçe (sebep) gösterme zorunluluğu olmadığı, kararın bu nedenle gerekçe içermediği ileri sürülmektedir. Her ne kadar da davalı-yı temsil eden savcı duruşma esnasında emare olarak ibraz edilen bazı belgelere temas ederek, işlemin gerekçesinin davacının uyumsuzluğu ve verimsizliği olduğunu ileri sürmüşsede, ne kararın içeriğinde, ne de ibraz edilen belgelerde örneğin emare 62'de ibr-az edilen tutanakta, gerekçe olarak ileri sürülen bu hususların, kararın alınması safhasında Kamu Hizmeti Komisyonu önünde bulunduğu ve kararın bunlara dayandığına dair hiç bir yazılı veya sözlü şahadet yoktur.
Bilâkis, huzurumuzdaki Sayıştay Başkanının da-vacının mecburi emekliye sevki hususunda Bakanlar Kurulundan öneri çıkarmasını isteyen emare 38 yasızında herhangi bir gerekçe görülmemektedir. Emare 38 müracaat üzerine, Başbakan tarafından Bakanlar Kuruluna sunulan emare 39 önergede de herhangi bir gerek-çe yoktur. Sayıştay Başkanının, Başbakana gönderdiği emare 40 hatırlatma yazısında da işlemin gerekçesiz yapılabileceğine temas edilmektedir. Bakanlar Kurulunun emare 50 öneri kararında da, herhangi bir gerekçeye dayanıldığı hususunda hiçbir emare veya tut-anak mevcut değildir. Başbakan tarafından Kamu Hizmeti Komisyonuna gönderilen emare 53 yazıda da, emare 50 kararın gerekçeleri hususunda herhangi bir bilgi yoktur. Son olarak, ne dava konusu emare 62 kararda, ne de emare 62'nin ekinde ibraz edilen toplantı- tutanağında karar alınırken hangi gerekçelere dayandığı hususunda hiçbir bilgi yoktur.
Bu tesbitlerimiz ışığında, dava konusu emare 62 kararın gerekçesiz (sebepsiz) olduğu bulgusuna varırız.

Bu tesbitten sonra, tarafların iddialarını sırası ile -inceleyeceğiz;
1. 17/93 sayılı yasada kabul edilen 158 sayılı ILO sözleşmesinin 1. maddesine göre, bu sözleşme ekonomik yaşamın tüm dallarına ve tüm çalışanlara uygulanır. Sözleşmenin 2. maddesi ise, bazı çalışma kategorilerinin, dileyen ülke tarafından sö-zleşme kapsamı dışında tutulabileceğine amirdir. ILO açısından geçerli metinler İngilizce ve Fransızca orjinalleridir. Sözleşmenin İngilizce orjinalinde "tüm çalışanlar" terimi "all employed persons" olarak geçmektedir. Kanaatimizce tüm çalışanlar (all emp-loyed persons) tabirine kamu görevlileri de dahildir. Nitekim, ILO'nun Committe of Experts on the Application of Conventions and Recommendations (Konvansiyonların uygulanması ve tavsiyeler ile ilgili eksperler komitesi)'nin 158 sayılı sözleşme ile ilgili i-stihdam güvenliği konusunda yapılan konferans sonunda yayınlanan raporunda şu görüşler yer almaktadır.
"34. The Convention applies to all branches of economic activity and to all employed persons (Article 2, paragraph 1). These terms refer to all persons i-n an employment relationship. ................................. It also covers public servants, who may, however, be excluded from its scope under certain conditions; ................................... Although the scope of the Convention is very broad, i-t does at the same time afford a great deal of flexibility: having laid down the principle of general application, it offers ratifying States the option of excluding certain types or categories of workers (Article 2, paragraphs 2 to 6). Such exclusions are- based on the nature of the contract of employment or the category of workers concerned. The Committee points out that the exclusions may be made with respect to all or some of its provisions. However, the Convention makes this possibility of exclusion sub-ject to adequate safeguards in the case of exclusions based on the nature of the contract of employment. It lays down procedures, conditions and criteria, including consultation with employers 'and workers' organizations, for the exclusion of certain permi-tted categories of employed persons "in so far as necessary".
.................................................
57. Under Article 2(4) of the Convention, "in so far as necessary, measures may be taken by the competent authority or through the appr-opriate machinery in a country, after consultation with the organizations of employers and workers concerned, where such exist, to exclude from the application of this Convention or certain provisions thereof categories of employed persons whose terms and -conditions of employment are governed by special arrangements which, as a whole, provide protection that is at least equivalent to the protection afforded under the Convention"."
"58. It is clear from the preparatory work for the Convention that the possib-ility of excluding these categories of employed persons from all or some of the provisions of the Convention was essentially intended for persons with the status of public servants, who in many countries enjoy job security that is at least equivalent to, o-r even greater than that of other employed persons."
................................................
"63. In fact, one of the categories of workers frequently excluded from general labour provisions and subject to special arrangements is found to be publ-ic employees, and in particular civil servants, whose conditions of employment are often governed by special legislative provisions, or collective agreements, or by specific provisions, such as members of the armed forces, the police and magistrates. Among- the different categories of public employees, civil servants who are governed by special conditions of service normally enjoy considerable job security; in some countries they are appointed "for life" after a probation period. Often they cannot be dismiss-ed for incompetence without disciplinary proceedings."

Yukarıda yapılan alıntılardan da görüldüğü gibi 158 sayılı ILO sözleşmesinin kamu görevlilerini de kapsadığına kuşku yoktur. Kamu görevlilerinin, istihdamın haksız feshine karşı genelde, çok etkil-i yasal mevzuat zırhı içinde olduğu bir gerçektir. Bu gerekçe ile kamu görevlilerinin sözleşmenin kapsamı dışında bırakılması mümkün olmakla birlikte, ülkemizde bu yolun seçildiğine, özetle, kamu görevlilerinin, özelde ise davamızı ilgilendirdiği oranda Sa-yıştay denetçilerinin, 158 sayılı sözleşme kapsamı dışında bırakıldığına dair herhangi bir hüküm yoktur.
Bu tesbit ve görüşlerimiz ışığında, 158 nolu ILO sözleşmesinin davacıyı kapsamadığına ilişkin iddialar reddolunur.
2. 10/93 sayılı YİM davasındaki mü-stedi kamu görevlisi, huzurumuzdaki meselede olduğu gibi 26/77 sayılı Emeklilik Yasasının 9(1) maddesi şart bendi uyarınca, idare tarafından 1/12/92 tarihinden itibaren mecburi emekliye sevk edildi. Mezkûr davada mecburi emekliye sevk işleminde, gerekçe ar-anmamasını Anayasaya aykırı olduğunu iddia eden davacı, konunun Anayasa Mahkemesine havalesini sağladı. Konuyu görüşen Anayasa Mahkemesi 6/93 sayılı davada 14/4/94 tarihinde oyçokluğu ile verdiği kararda mezkûr idari işlem için herhangi bir gerekçe gösteri-lmemesini, Anayasaya aykırı bulmadı. Sonuçta davacı ile ilgili olarak idarenin almış olduğu mecburi emekliye sevk kararı onaylanmış oldu.
Anayasa Mahkemesinin bu kararı 26/77 sayılı Emeklilik Yasasının 9(1) maddesi şart bendine kesin açıklık getirmekte ve- bu norm altında emekliye sevk işleminde herhangi bir gerekçe aranmamaktadır. Anayasa Mahkemesinin mezkûr davadaki kararı ışığında, Emeklilik Yasasının 9(1) şart bendi uyarınca, mecburi emekliye sevk işlemi için herhangi bir gerekçe (sebep) aranmaması, ilg-ilinin, istihdamın haksız feshi iddialarını yargıya taşıyamaması, yani idari işlemin yargı denetimi dışında bırakılması sonucunu doğurur. Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığı dikkate alındığında, aksi görüşte olmama rağmen, Anayasa Mahkemesinin 6/9-3 sayılı davadaki kararının hukuki sonuçları bu şekilde değerlendirilir. Yeri gelmişken mezkûr davadaki idari kararın 1993 yılında geçerli olan mevzuata göre (Emeklilik Yasası madde 9(1)) alındığını, hukuki denetimin de, karar tarihi ILO sözleşmesinin kabu-lünden sonraya sarkmasına rağmen, bu mevzuata göre yapıldığını vurgularız.
158 sayılı ILO sözleşmesi ise, yukarıda alıntısını yaptığımız davaya konu idari kararın alınmasından sonra kabul edilerek, 30/3/93 tarihinde yürürlüğe kondu ve hükümleri bu tarihte-n itibaren iç hukuk bakımından bağlayıcı hale geldi.

Yukarıdakiler ışığında keza 158 sayılı ILO sözleşmesinin Anayasa Mahkemesindeki mezkûr davada hiç tartışılmadığını, konu edilmediğini de göz önünde bulundurarak, Anayasa Mahkemesince yapılan incelemen-in ve verilen kararın sadece 26/77 sayılı yasanın 9(1) maddesinin şart bendi ile ilgili olduğu, 158 sayılı ILO sözleşmesi ile iç hukukumuza dahil olan normları etkilemediği bulgusuna varırız.

Emeklilik Yasasının 9(1) şart bendi, idareye, asıl ve sürekli- bir görevde bulunan 50 yaşını tamamlamış herhangi bir kamu görevlisinin istihdamına tek taraflı olarak herhangi bir sebep ileri sürmeksizin emekliye sevk yolu ile son verilmesi imkanını tanımaktadır. Keza, 6/93 sayılı Anayasa Mahkemesi kararı mezkûr işlem- için sebep (gerekçe) gösterme zorunluluğu olmadığı şeklinde hüküm taşıdığı için, idarenin bu işlemi yargı denetimi dışında kalmaktadır.
158 sayılı ILO sözleşmesinin 4. maddesi ise, sözleşme kapsamı içinde olan bir işçinin (müstahdem-çalışan) istihdamına "-işe, yeteneğine, işi veya iş, kuruluş veya hizmetin gerekleri ile ilgili bir neden" yoksa son verilemeyeceğini hükme bağlamaktadır.
Sözleşmenin 7. maddesi işçinin (müstahdem-çalışan) istihdamına işi yapmaması veya verimli olmaması nedeniyle son verileceks-e bu iddialara karşı savunma hakkı tanınmasını zorunlu kılmaktadır.
Sözleşmenin 8. maddesine göre ise, müstahdeme, istihdamın işveren tarafından sona erdirilmesine karşı Mahkemeye başvurma hakkı tanınmaktadır.

Mecburi emekliye sevk işlemi ile, herhangi- bir gerekçeye dayanmadan, ilgilisine müdafaa hakkı vermeden, işleme karşı yargı yolu kapalı olmak üzere istihdama son verildiğini daha önce belirtmiştik. Bu durumda, istihdamın feshi koşulları, 158 sayılı ILO sözleşmesinin yürürlüğe girmesini müteakip bir-i iç hukuktan (26/77 sayılı Emeklilik Yasasının 9(1) maddesi), diğeri uluslararası hukuktan (158 sayılı ILO sözleşmesi) kaynaklanan iki farklı düzenleme ile kurallara bağlandığı görülmektedir.
Kendimizi yinelemek pahasına özetleyecek olursak, mecburi emek-liye sevk şeklinde gerçekleşen işe son verme işleminde, 26/77 sayılı yasanın 9(1) şart bendi uyarınca 6/93 sayılı Anayasa Mahkemesi kararı doğrultusunda herhangi bir sebebe dayanma ve gerekçe gösterme zorunluluğu yoktur. Buna mukabil, 158 sayılı -ILO sözleşmesi "işe son vermenin geçerli bir nedene dayandırılması" prensibinden hareket etmektedir. Sözleşmenin 4. maddesinde bu sebeplerin neler olabileceği genel olarak belirtilirken, 7. madde ile bu sebeplere karşı davacıya söz ve/veya müdafaa hakkı ta-nınmakta ve keyfi işe son verme durumu ortadan kaldırılarak, davacıya iş güvencesi sağlanmaktadır. Sözleşmeye göre, istihdamın sona erdirilmesinde sebep gösterilmemesi, sebep gösterilmişse, dayanılan sebebin 4. maddeye aykırı ve/veya hukuk dışı olması, ilg-iliye müdafaa hakkı verilmemesi, istihdamın haksız feshi sonucunu doğurmaktadır.
Bu durumda ayni hukuki sorun için iç hukuk ve uluslararası hukuk hükümleri farklı düzenlemeler içermekte olduğundan, iki hukuk arasında bir çatışmadan söz edilebilinir. Ul-uslararası hukuk ile iç hukuk normlarının çatışması halinde çözümün nasıl sağlanacağı diğer bir değişle meselede hangi hukukun uygulanacağını yukarıda incelemiştik.

Bu konudaki görüşlerimiz ve bulgularımız ışığında, sorunun çözümünde 158 sayılı ILO sözl-eşmesinin kurallarının uygulanması ve idarenin davacının işine son verirken, 158 sayılı ILO sözleşmesinin 4. maddesinde belirtilen bir sebebe (gerekçe) dayanması ve ilgilinin mecburi emekliye sevk yolu ile işine son verirken, ileri sürülen sebeplere karşı -müdafaa hakkı tanıması gerekir.

Huzurumuzdaki meselede emare 62 kararın gerekçesiz olması ve karar alınırken, davacıya herhangi bir müdafaa hakkı tanınmaması yukarıdaki bulgularımız ışığında haksız fesih sonucunu doğurmaktadır. İstihdamın haksız feshi -ise sözleşmeye göre dava konusu kararın iptalini gerektiren sakatlıklardır.

3. Dava konusu kararın yasada tarifi yapılan Kamu Hizmeti Komisyonu tarafından alınmadığı nedeniyle, geçersiz olduğu iddiası.

Davacı, dava konusu kararın alındığı tarihte karar-ı alan Kamu Hizmeti Komisyonunun mevzuatın öngördüğü sayıda üyeden oluşmadığı için dava konusu kararın yoklukla malul olduğu iddiasındadır. Davacıya göre, Kamu Hizmeti Komisyonu, başkan dahil 5 kişiden oluşması gerekirken, kararın alındığı tarihte 4 kişide-n oluşmaktaydı. 4 kişiden oluşan kurul yasanın öngörüp yetkilendirdiği "Kamu Hizmeti Komisyonu" sayılmadığı için emare karar yoklukla maluldür. Davalı bu iddiaları reddetmektedir.

Dava konusu işlem için yetkili olan organın, Kamu Hizmeti Komisyonu olduğ-u ihtilaf konusu değildir.
Kamu Hizmeti Komisyonunun kuruluş, görev ve yetkileri, 53/83 sayılı Kamu Hizmeti Komisyonu Dairesi kuruluş, görev ve çalışma esasları yasasında düzenlenmektedir.
Anılan yasanın 6(1) maddesine göre, Kamu Hizmeti Komisyonu, Devlet- Başkanı tarafından atanan bir başkan ve 4 üyeden oluşur. Başkan ve üyelerin görev süreleri yasanın 13. maddesine göre 6 yıldır. Emeklilik dışında, komisyonun başkan ve üyelerinin ölümü, istifaları ve görevlerine son verilmesi halinde uygulanacak kurallar -yasanın 8. maddesinde hükme bağlanmaktadır. 8. madde şöyledir:
"8(1)Komisyon Başkanı ve Üyelerinden herhangi birinin özürsüz veya izinsiz olarak kesintisiz otuz iş günü göreve gelmemesi halinde görevine Devlet Başkanı tarafından son verilir ve yerine, en -geç üç ay içinde 6. maddeye uygun olarak başka birisi atanır.
(2) Komisyon Başkanı ve Üyelerinden herhangi birisi yazılı olarak Devlet Başkanından görevinden çekilmiş sayılmasını (istifasını) isteyebilir. İstifası Devlet Başkanı tarafından kabul edilmesi h-alinde boşalan üyeliğe en geç üç ay içinde 6. maddeye uygun olarak başka birisi atanır.
(3) Bu Yasanın V. kısım kurallarına aykırı davranışlarda bulunduğu kanıtlanan Komisyon Başkanı veya Üyelerinden herhangi birisinin görevine Devlet Başkanı tarafından s-on verilir ve son verme işlemiyle boşalan kadroya, en geç üç ay içinde 6. maddeye uygun olarak başka birisi atanır.
(4) Komisyon Başkanı veya Üyelerinden herhangi birisinin ölümü üzerine kadro boşalmış sayılır; bu durumda Devlet Başkan'ı en geç üç ay içind-e 6. maddeye uygun olarak boş kadroya başka birisini atar.
(5) Yukarıdaki fıkralarda belirtilenler dışında Komisyon Başkanı veya Üyelerinden herhangi birisinin görevine ancak, bir Yüksek Mahkeme Yargıcına uygulanan aynı sebeplere dayanılarak ve aynı tarzda- son verilebilir."

Maddenin sözünden açıkça anlaşılacağı gibi, komisyon başkan ve üyelerinin görevine ölüm, istifa veya Devlet Başkanınca son verilmesi halinde komisyonun yasal oluşumu geri kalan üyelerle 3 ay için aynen devam eder. Örneğin, üyelerde-n birinin beklenmedik ani ölümü veya istifası halinde, Devlet Başkanına münhali doldurmak için 3 ay fırsat verilmektedir. Üyelerden birinin emekli olması halinde ise kurulun yasal statüsünün aynen devam edeceğine dair hiç bir hüküm yoktur.
53/83 sayılı ya-sanın 8. maddesi 4/07 sayılı yasa ile tadil edilerek üyelerden birinin emekli olması durumunda da, Devlet Başkanına yeni atama yapması için 3 ay zaman tanınarak bu süreler için komisyonun yasal statüsünün aynen devamı sağlanmıştır.

Huzurumuzdaki meseled-e komisyon üyelerinden Mehmet Şener'in 15.4.02 tarihinde yaş haddinden emekliye ayrıldığı, dava konusu kararın alındığı 20/6/03 tarihine kadar yerine yeni bir atama yapılmadığı, diğer bir değişle dava konusu kararın 4 kişiden oluşan komisyon tarafından alı-ndığı taraflarca kabul edilen bir gerçektir.

Kollektif organların oluşumundaki sayısal eksiklikler ve bu şartlarda alınan kararlar yetki sorunu ve şekil şartı ihlali olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu gibi hallerde meselenin çözümü için uygulanacak hukuki- prensipler nelerdir? Genel bir ifade ile belirtilmesi gerekirse, idari işlemlerde yetki kamu düzenine ilişkindir. İdari işlemde bulunan kişi veya organlar kamu kudreti kullandıkları cihetle kullandıkları yetkinin kaynağının Anayasanın 3(4) maddesi olması -gerekir. Anılan kurala göre, "hiç bir organ, makam veya merci kaynağını bu Anayasadan almayan bir yetki kullanamaz". İşlem yapmaya yetkili kılınan makam yada kurul belirlenmiş ise, işlem mezkûr kurul veya makamı işgal eden kişiler tarafından yapılması gere-kir. Yetki kuralları kişilere güvence sağlanması amacı ile idare hukukunda katı anlamda uygulanır.

Kamu Hizmeti Komisyonunun 5 kişiden oluşması öncelikle bir şekil (biçim) şartıdır. 5 kişiden oluşması gereken kurulun, 4 kişiden oluşması şekil şartına uy-umsuzluk teşkil eder.
Şekil (biçim), idare hukuku alanında, özel hukuktan farklı olarak, idari işlemin ana unsurlarından biridir. Genel olarak şekle ilişkin sakatlıkların hukuki sonuçları, riayetsizliğe konu olan hükümlerin, asli (birincil-ana) şekil şar-tı veya tali (ikincil) şekil şartı olmasına, sonucu etkileyip etkilemediğine göre değişiklik arz eder. Sonuca etkili olan veya asli şekil şartına riayetsizlikten doğan sakatlıklar işlemin iptalini gerektirir. Tali (ikincil) şekil şartı riayetsizlikleri, iş-lemin iptalini gerektirmez. Kollektif organların oluşumu ile ilgili şekil şartları, asli (birincil-ana) şekil şartlarındandır. Organın oluşumu ile ilgili şekil şartlarına uyumsuzluk halleri, organın oluşumunun yasallığını etkileyen önemli bir sakatlıktır.-

TC Danıştayı karar alan kurulun yasaya uygun biçimde oluşumunu "ana şekil kuralı" (birincil kural) olarak kabul etmekte ve yasaya uygun biçimde oluşmayan kuruldan neşet eden kararları, sakat olarak kabul edip iptal etmektedir. (Bak: Prof. Dr. Ş. Göz-übüyük, Prof. Dr. T. Tan İdare Hukuku, cilt 2, sayfa 510)

Benzer hukuk sistemini uyguladığımız Güney Kıbrıs Mahkemelerinde de konunun tartışıldığı bazı kararlar mevcuttur. Andreas Hadji Georghiou v. The Republic, (1968) 6 J.S.C.p. 671.
" An indispensable- prerequisite for the lawful functioning of a collective organ is its lawful constitution. When a law prescribes the number of persons required for the constitution of a collective organ a prerequisite of the lawful composition and functioning, and of the -legality of the decisions, is its constitution with all the persons, which have been prescribed by law, in order to enable it to acquire the substance and form of a collective organ. In effect, therefore, a collective organ like the Public Service Commissi-on, cannot function validly if there exist vacancies in its constitution due to death or resignation, as it is a requirement of legality and substance that a collective organ should be fully constituted."

Bizi bağlayıcı olmamakla beraber mezkûr görüşleri- benimseyip, aynen katılırım.

Ülkemizde huzurumuzda bulunan konu ile benzerlik gösteren bir sorun 2/74 sayılı YİM davasında tartışılmıştır.
Söz konusu dava Kamu Hizmeti Komisyonunun aldığı bir terfi kararının iptali ile ilgilidir. Mezkûr davadaki davac-ı, ilgili şahısları kendisine tercihan terfi ettiren komisyon kararının, komisyonun kuruluşundaki sakatlıkları ileri sürerek iptalini talep etmekteydi. Söz konusu olayda komisyon üyelerinin kuruldaki görev süreleri mevzuat uyarınca 6 yıl olması gerekirken,- daha az süreler için tayin edilmişlerdi. Mahkeme mezkûr davada oyçokluğu ile verdiği kararda, özetle komisyon üyelerinin 6 yıllık süreler için tayin edilmemesini, mevzuatın öngördüğü asli şekil şartlarına ve emredici hükümlere aykırılık teşkil ettiği cihe-tle komisyonun yasal olarak oluşmadığı sonucuna vardı ve alınan kararı iptal etti. Mezkûr davada çoğunluk kararına imza atan yargıçlardan merhum Ahmet İzzet'in kararında diğer şeyler yanında şunlar yer almaktadır.
" İdari hukukun ana prensiplerinden biri -de, toplu bir organın, encümenin veya komitenin teşekkülü ve yeter sayısı ile ilgilidir. Buna göre, bir Komitenin kimlerden oluşacağı kanun tarafından saptandığı hallerde komitenin kanunen teşekkül edip çalışması ve aldığı kararların kanuni olması için kom-itenin kanunun öngördüğü tüm şahıslardan oluşturulması gerekmektedir. Aksi takdirde kanunun öngördüğü toplu organ, özü ve şekli bakımından teşekkül etmez."


Yukarıda iktibas edilen içtihatlarda da belirtildiği gibi kollektif bir organın yasada hükme b-ağlanan şekil şartlarına uygun olarak oluşması işlev görebilmesinin ön şartıdır. Kollektif organın yasanın öngördüğü sayıda üyelerden oluşması, o organın, kollektif organ öz ve biçimi kazanmasının asli (birincil-ana) şekil şartlarındandır.
Bir organın yas-al oluşumundan ve dolayısıyle aldığı kararların yetki açısından geçerli olduğundan bahsedilebilmesi için yasanın öngördüğü sayı ve evsafdaki kişilerden oluşması gerekir. Diğer bir anlatımla yasada öngörülen üye sayısı ile ilgili şartlara uyulmadan oluşturu-lan kollektif organın aldığı kararlar, yasanın düzenlediği organ olmadığından yetkisizlik nedeniyle iptal edilmesi gerekir.

Başlangıçta yasal olarak oluşturulan kollektif organlardaki üye sayısında eksilme olması halinde organın yetkisi sona erer. Yetk-i kişilere değil makamlara tanındığı için kurul üyesinin görevinin sona ermesi ve yerine başkasının atanmaması halinde kurulun yasal olarak fonksiyonu, üye sayısı ile ilgili şekil şartındaki sakatlık nedeniyle yerine getirilemez.

Dava konusu karar, dava-lı Kamu Hizmeti Komisyonunun bir üyesinin emekliye ayrılmasından sonra, yerine yenisi atanmadan, yani, oluşumu üye sayısı ile ilgili şekil şartına uyumsuzluk nedeniyle hukuken sakat olduğu bir safhada alınmıştır. Diğer bir anlatımla dava konusu kararı alan- Kamu Hizmeti Komisyonu 53/83 sayılı yasa ile öngörüp yetkilendirilen Kamu Hizmeti Komisyonu değildir.
Kurulun oluşumundaki eksiklik ayni zamanda kararı alanlar açısından yetkisizlik sonucunu doğurmaktadır.

Yukarıda söylenenler ışığında dava konusu kar-ar, oluşumunda sayısal eksiklik bulunduğu için, oluşumu hukuken asli şekil şartları yönünden sakat ve yetkisiz bir organ tarafından alındığı cihetle yok hükmündedir.

Yukarıda açıklanan bulgu ve tesbitlerimiz ışığında, davalı Kamu Hizmeti Komisyonunca al-ınan, davacıyı mecburi emekliye sevk eden kararın hükümsüz ve etkisiz olduğuna ve herhangi bir sonuç doğurmayacağına karar veririz.

Davacının, davanın çok uzun süre sonuçlanamamasına yaptığı ciddi katkıları da dikkate alarak, dava masrafları ile ilgili -herhangi bir emir vermemeyi uygun görürüz.

Narin F.Şefik : Sayın Yargıç Seyit A. Bensen ve Sayın Yargıç Şafak Öneri tarafından okunan her iki kararı daha önce okuma ve inceleme fırsatı buldum. Sayın Yargıç Şafak Öneri'nin kararı ile hemfikir olduğum-u belirtirim.

Seyit A. Bensen : Sonuç olarak benim karşı oyum ve oy çokluğu ile, dava konusu kararın hükümsüz ve etkisiz olduğuna ve herhangi bir sonuç doğuramayacağına karar verilir.

Dava masrafları ile ilgili herhangi bir emir verilmez.

-

Seyit A. Bensen Şafak Öneri Narin F.Şefik
Yargıç Yargıç Yargıç

23 Haziran, 2010




40






Full & Egal Universal Law Academy