Dairesi: Ceza Genel Kurulu
Esas No: 2016/1417
Karar No: 2018/302
Karar Tarihi: 26.06.2018
Ceza Genel Kurulu 2016/1417 E. , 2018/302 K.
"İçtihat Metni"
Mahkemesi :Ağır Ceza
Çocuğun nitelikli cinsel istismarı suçundan sanık ...'nun TCK’nun 103/1-a, 103/2, 103/6, 43/1, 62, 53, 58 ve 63. maddeleri gereğince 14 yıl 2 ay hapis cezası ile cezalandırılmasına, hak yoksunluğuna, cezasının mükerrirlere özgü infaz rejimine göre çektirilmesine ve mahsuba ilişkin Antalya 4. Ağır Ceza Mahkemesince verilen 10.06.2013 tarih ve 398-260 sayılı hükmün, katılan ... vekili, sanık ve müdafii tarafından temyiz edilmesi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 14. Ceza Dairesince 19.02.2014 tarih ve 10351-1983 sayı ile;
"...Sair temyiz itirazlarının reddine,
Ancak;
Mağdurenin dayısına iş yerinde ağabeyi ile birlikte çalışmakta olan sanıkla 2011 yılının Temmuz ayında tanıştığı, daha sonra duygusal arkadaşlıklarının başladığı ve 2011 yılı içerisinde sanığın evine giden mağdurenin, sanığın ısrarı neticesinde rızası dahilinde sanıkla cinsel ilişkiye girdiği ve daha sonra sanığın bu olayı kimseye anlatmamasını ve onunla evleneceğini söylemesi üzerine mağdurenin daha sonra da sanıkla ilişkiye girmeye devam ettiği, 03.08.2012 tarihinde yapılan hırsızlık suçuna ilişkin soruşturma sırasında beyanlarına başvurulan tanıkların, sanığın kendilerine mağdure ile cinsel ilişkiye girdiğini söylediğini ifade etmeleri üzerine soruşturmanın başlatıldığı anlaşılan olayda, mağdure hakkında Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı Başkanlığı tarafından düzenlenen 14.05.2013 tarihli raporda, mağdurede travma sonrası stres bozukluğu tespit edilerek sanığın eylemleri nedeniyle ruh sağlığının bozulduğu belirtilmiş ve bu rapor esas alınarak sanığın cezası TCK.nın 103/6. maddesi uyarınca artırılmış ise de, cebir, tehdit veya hile gibi iradeyi etkileyen herhangi bir hal olmaksızın mağdureyle cinsel ilişkiye giren sanığın, bu eyleminden dolayı kastettiğinden daha farklı ve ağır bir neticenin meydana geldiği, 01.06.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu ile, 765 sayılı Türk Ceza Kanununda yer alan objektif sorumluluğun kaldırılarak subjektif sorumluluğun kabul edildiği, TCK.nın 23. maddesi uyarınca failin, gerçekleşen fakat kastetmediği bu neticeden sorumlu tutulabilmesi için en azından taksirle hareket etmiş olması gerektiği, somut olayda sanığın dosyaya yansıyan sosyal ve kültürel durumu, eğitim düzeyi, mesleki tecrübesi, kişisel özellikleri, tarafların yaşları ve olayın zora dayalı olmayan gerçekleşme biçimi nazara alındığında ağır netice olarak ortaya çıkan mağdurenin ruh sağlığındaki bozulmanın sanık tarafından öngörülemeyeceği ve taksirle dahi hareket etmesinin söz konusu olmadığı, meydana gelen bu zararın ise TCK.nın 61. maddesi kapsamında cezanın bireyselleştirilmesinde alt sınırdan uzaklaşılması sırasında dikkate alınabileceği gözetilmeden sanık hakkında TCK.nın 103/6. maddesinin uygulanması suretiyle fazla ceza tayini” isabetsizliğinden bozulmasına karar vermiştir.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı ise 04.04.2014 tarih ve 315192 sayı ile sanığın cinsel ilişkiye girdiği 15 yaşından küçük mağdurenin ruh sağlığının bozulabileceğini öngörebileceği dolayısıyla hakkında 5237 sayılı TCK’nun 103. maddesinin 6. fıkrasının uygulanması gerektiği düşüncesiyle yaptığı itirazı değerlendiren Yargıtay 14. Ceza Dairesince itiraz nedeninin yerinde olduğu kabul edilerek 10.07.2014 tarih ve 4510-9411 sayı ile onanmasına karar verilmiştir.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı ise 23.06.2016 gün ve 161064 sayı ile;
"...5237 Sayılı TCK'nın yürürlüğe girmesi ile hukuk sistemimize giren ve mağdurenin ruh sağlığının bozulmasına hukuki sonuç bağlayan TCK'nın 103/6. maddesinin tatbiki hususu uygulamada sorunlu bir alan olmuştur. Zaten bu nedenledir ki, 6545 Sayılı Kanun ile yürürlükten kaldırılmış ve bu eylemlerin sonucu mağdurelerde meydan gelen psikolojik hasarlar da nazara alınarak temel cezanın alt sınırı yukarı çekilerek sorun giderilmeye çalışılmıştır.
Hangi hallerin beden veya ruh sağlığını bozacağı kanunda gösterilmemiş, uygulamaya bırakılmıştır. Bu durum karşısında bu ağırlaşmış hallerin hekim raporu ile saptanması, duraksama halinde Adli Tıp Kurumu’ndan veya Adli Tıp Kurumu Kanununun 7 ve 23. maddelerine göre teşekkül eden yükseköğretim kurumlarından görüş alınması gerekmektedir.
Ancak burada anılan kanun maddesinin uygulanmasındaki en temel sorun ortaya çıkmaktadır ki, bu da 'Ruh Sağlığı Bozukluğuna İlişkin Semptomların Tespitinin Rastlantısallığı Sorunu'dur.
Ruh sağlığının bozulduğunu gösteren semptomlar farklı zaman ve uyarıcılara bağlı olarak zaman zaman ortaya çıkabilmekte zaman zaman ise ortadan kaybolmaktadır. Teknik tabiriyle dalgalı bir seyir izlemektedir. Örneğin tesadüfen suçun işlenmesinden yedi ay sonra muayeneye gönderilen ve burada olaya bağlı ruh sağlığı bozuklukları gözlemlenen mağdurda, aslında yine tesadüfi olarak 6 ay 15. gün veya 11. ayda gönderilmiş olması durumunda bu semptomlar görülmeyebilmektedir.
Diğer bir ifadeyle zaman zaman kimi bazı uyarıcılara bağlı olarak alevlenen belirtiler zaman zaman ortadan kaybolabilmektedir. Bu şekilde mağdurenin muayene edildiği zamanların değişkenliğine bağlı olarak rastlantısal olarak ruh sağlığının bozulup bozulmadığı konusunda farklı raporlar çıkabilmekte veya farklı olayların mağdurelerinin yine muayene tarihlerine ve belirtilerin farklı zamanlarda ortaya çıkıp farklı zamanlarda kaybolabilmesine göre bir olayın mağdurunda tespit edilebilen ruh sağlığı bozukluğu diğer bir olayda tespit edilemeyebilmektedir. Bunun ceza adaleti yönünden sakıncaları ise her türlü izahtan varestedir.
Diğer bir sorun ruh sağlığı bozukluğunun nereden kaynaklandığı sorunudur;
Özellikle uzun süredir ve farklı zaman ve kişilerce istismar veya saldırıya uğrayan mağdurlarda ruh sağlığının ne zaman ve hangi sanığın eylemine bağlı olarak bozulduğunun saptanması da yine ihtisas kurulunun bu konudaki açıklamalarına göre neredeyse imkansızdır. Bu durumda olaya katılımı hangi aşamada, hangi nicelik ve nitelikte bulunursa bulunsun tüm sanıkların aynı kefeye konup kasıtları ve eylemlerinin anti sosyal niteliği çok farklı olmakla birlikte aynı cezaya tabi tutulmaları sonucunu doğurmuştur. Yine Adli Tıp Kurumu ilgili ihtisas Kurulunun bir çok kararında vurgulandığı üzere rızayla giren cinsel ilişkilerde saptanan ruh sağlığı bozukluğunun ‘erken yaşta yaşanan cinsel deneyime bağlı olabileceği gibi olay sonrası ortaya çıkan ve cinsel ilişkinin mağdurun ailesi ve yakın çevresinde öğrenilmesi ile baş gösteren psikososyal çatışma ve streslerden de kaynaklanabileceği ve bunun ayrımının kurulca yapılmasının mümkün olmadığı’ belirtilmektedir.
Bir diğer sorun alanı olarak ruh sağlığı bozukluğunda uzmanlık alanı aynı olan bilirkişilerin aynı konudaki yorumlamalarının zaman zaman ve sıklıkla muayene tarihindeki farklılıklara bağlı olarak çok önemli ölçüde değişiklik arz etmesi, hususen uygulamada üniversite hastaneleri ile Adli Tıp Kurumu ilgili ihtisas kurulunun raporları arasında arasında önemli farklılıklar bulunduğu hususudur ki bu ayrı bir tartışma konusudur.
Yine diğer bir sorun ruh sağlığı bozukluğunun kalıcılığının tespitinin gerekip gerekmediği sorunudur:
Esasen kanun metninde ruh sağlığındaki bozulmanın kalıcı olmasının gerektiği yönünde bir hüküm bulunmamaktadır. Ancak belirtmek gerekir ki, Adli Tıp Kurumu ilgili ihtisas kurulu raporlarının bir çoğunda muayene için aradığı 6 aylık süre koşulunu bütünüyle 'hasarın kalıcılığına' bağladığı konusunda bir belirlemeye de yer verilmemektedir. Nitekim İhtisas Kurulunun mağdurun muayenesi için aradığı 6 aylık süre koşulunun sağlanmasından sonra tanzim ettiği raporlarda hasarın kalıcı olduğuna dair bir belirleme yapmamasından bu husus açıkça anlaşılmaktadır. Ancak öte yandan, ruh sağlığının bozulması meselesinin tıbbi bir kavram olarak, özünde mağdurun içine girdiği ruhsal bir halin göreceli olarak devamlılığına işaret ettiği hususu da gözden uzak tutulmamalıdır. Keza Yüksek Daire de bir çok ilamında, mağdurun ruh sağlığının bozulduğunun bildirildiği ancak bunun yanında bu bozukluğun kalıcı olmadığının veya kalıcı olup olmadığının bilinemeyeceği şeklinde tanzim olunan üniversite hastanesi raporlarına ilişkin olarak, mağdurun ruh sağlığının bozulduğunun bildirilmesi ile yetinmeyerek bir kez de Adli Tıp Kurumu ilgili ihtisas kurulundan rapor alınması yönünde kararlar vermiştir. (Yüksek 14. Ceza Dairesinin 2016/3127 E., 2016/4708 K. Sayılı, 2013/8748 E - 2015/8520 K sayılı, 2013/9864 E.- 2014/1205 K. Sayılı vs.) Hatta bunun da ötesinde Yüksek 14. Ceza Dairesinin 21.04.2016 gün, 2014/4116 Esas ve 2016/4128 Karar sayılı bozma ilamında sair temyiz itirazlarının reddiyle Yargıtay Ceza Genel Kurulunun Dairemizce de benimsenen 20.11.2007 tarih ve 142-240 sayılı Kararında belirtildiği üzere, 'mağdurenin ruh sağlığındaki bozulmanın cezada arttırım nedeni olabilmesi için hasarda devamlılık olması ve Adli Tıp Kurumunun bilinen uygulamalarına göre de, suç tarihinde onsekiz yaşını ikmal etmeyen mağdurların ruh sağlığının bozulup bozulmadığına ilişkin muayenenin suç tarihinden itibaren en az altı ay süre geçtikten sonra yapılması gerektiği, dikkate alınmadan Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Adli Kurulunun 13.01.2012 günlü raporuna göre post travmatik stres bozukluğu tanısıyla mağdurenin ruh sağlığının bozulduğu belirtilmiş ise de, mevcut raporda anılan süreye uyulmadığı anlaşılmakla yeniden Üniversite hastanesi ya da Adli Tıp Kurumu 6. İhtisas Kurulundan ruh sağlığının bozulup bozulmadığına ilişkin rapor alınarak sanık hakkında TCK'nın 103/6. maddesinin uygulanıp uygulanmayacağına karar verilmesi gerektiğinin gözetilmemesi' gerekçesiyle mahkumiyet hükmü bozulmuş, ilamda Ceza Genel Kurulunun bahsi geçen kararına da atıf yapılarak, 6 aylık sürenin geçmemesine ve hasarda kalıcılığın gerekliliğine vurgu yapılmıştır. Dairece atıf yapılan Yüksek Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 2007/5-142 esas ve 2007/240 karar sayılı kararı da hasarın kalıcılığı aramakla aynı yöndedir. Ancak itirazımızın asıl konusunu bu husus oluşturmamaktadır. Zira Yüksek Daire sayısız ilamında ‘hasarın kalıcılığı’ kavramından bağımsız olarak ve bu kavrama bir vurgu yapmaksızın ruh sağlığı bozukluğunun tespiti için suç tarihinden itibaren 6 ay ve 1 yıllık sürelerin geçmemiş olmasını istikrarlı bir şekilde bozma nedeni yapmaktadır.
Ezcümle, Adli Tıbbın bugüne kadar ki uygulamalarında, mağdurun ruh sağlığındaki bozulması hususundaki tespitin, çocuklarda suç tarihinden itibaren en az 6 ay yetişkinlerde ise en az bir yıl geçtikten sonra yapılacak muayenelere istinaden oluşturulması gerektiği belirtilegelmiş ve uygulama da bu zemin üzerinde istikrar kazanmıştır. Yüksek Dairece bu hususa muhalefet sebebiyle sayısız ilamlarında bozma kararları ittihaz olunmuştur. Bu durum da açıkça göstermektedir ki, Yüksek Daire hasarın kalıcılığının belirlenmesi gerekip gerekmediğinden bağımsız olarak ve bu türden argümana bir sonuç bağlamadan ruh sağlığına ilişkin tanzim olunan raporlara dayanak olan muayenelerin suç tarihinden itibaren en az 6 ay veya 1 yıllık sürelerden sonra yapılması gereği hususunda istikrarlı bir uygulama kazandırmıştır. Bunun en büyük faydası, suçun ağırlaşmış haline ilişkin olarak tüm failler yönünden ceza adaletinin sağlanması bakımından eşit bir muameleye tabi tutulmaları ve bu meyanda ‘Ruh Sağlığı Bozukluğuna İlişkin Semptomların Tespitinin Rastlantısallığı Sorunu’nun en aza indirilmesi sonucunu doğurması olmuştur.
Yüksek Daire güncel kararlarında da bu uygulamayı sürdürmektedir. O halde ruh sağlığının bozukluğunun tespiti için, çocuklar yönünden suç tarihinden itibaren en az 6 aylık süre geçtikten sonra muayene yapılarak rapor tanzimi gerektiği konusunda Yüksek Daire ile Başsavcılığımız arasında bir uyuşmazlık bulunmamaktadır. Keza itiraza konu dosyada Yargıtay 14. Ceza Dairesinin Başsavcılığımızın itirazı üzerine kaldırdığı 19.02.2010 gün, 2013/10351 esas ve 2014/1983 karar sayılı ilamında, tebliğnamedeki bozma düşüncesinin karşılanması sırasında muayene için ‘6 aylık süre’ koşulunun aranması gerektiğine de bir kez daha vurgu yapılmıştır.
Bu açıklamalardan sonra kamu davasına konu somut olay irdelendiğinde;
Mağdure hakkında Akdeniz Üniversitesi Adli Tıp Ana Bilim Dalı Başkanlığınca 19.11.2012 tarihinde yapılan muayeneye istinaden tanzim olunan 14.05.2013 tarihli raporda mağdurenin ruh sağlığının kalıcı olarak bozulduğu hususunda görüş bildirilmiştir. Ki bu husus dahi raporun hükme esas alınmaya elverişli olmadığı kanaatini desteklemektedir. Zira hasarda kalıcılık aranacaksa bu hususun tespiti için muayenenin suç tarihinden itibaren 6 aylık süre geçtikten sonra yapılması gereğinde kuşku bulunmamaktadır.
Yüksek Daire ile Başsavcılığımız arasındaki itirazımıza konu asıl uyuşmazlık zincirleme suç hükümlerinin söz konusu olduğu suçlarda muayene tarihi için öngörülen 6 aylık sürenin hangi tarihten itibaren itibaren başlayacağı konusunda toplanmaktadır.
Kamu davasına konu somut olayda mağdur ve sanığın beyanlarından ilk eylem tarihinin hangi tarih olduğu açıkça tespit olunamamaktadır. Ancak yine beyanlardan anlaşıldığı şekilde son eylem tarihinin 2008 Yılı Ağustos ayından sonra olmasının mümkün bulunmadığı anlaşılmaktadır. Yargıtay 14. Ceza Dairesi Adli Tıp Kurumunun bilinen uygulamalarına göre eylem sonucunda mağdurenin ruh sağlığının bozulup bozulmadığına ilişkin tespitin, suç tarihinden itibaren altı aylık sürenin geçmesinden sonra yapılması gerektiği, ancak sanığın, mağdureye yönelik istismar eylemlerini zincirleme surette gerçekleştirdiği, 03.08.2012 tarihli kolluk beyanında bu tarihten altı ay kadar önce mağdurenin dayısının iş yerinde çalışmaya başladığını ve ilk ayın sonunda mağdure ile rızası dahilinde cinsel ilişkiye girdiklerini belirttiği, 04.08.2012 tarihli Cumhuriyet savcılığındaki beyanında da kolluk beyanını doğrular şekilde ilk cinsel ilişkinin bu tarihten 3-4 ay kadar önce gerçekleştiğini ifade ettiği, Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı Başkanlığından mağdurenin ruh sağlığını bozulduğuna ilişkin 14.05.2013 tarihli raporunun alındığı, bu raporun dayanağını oluşturan aynı Hastanenin 21.11.2012 tarihli raporunda 'mağdurenin psikiyatrik muayenesinin 19.11.2012 tarihinde yapıldığının belirtildiği, tüm bunlara göre sanığın mağdureye yönelik zincirleme olarak gerçekleşen eylemlerinin başlangıç tarihinden itibaren altı aylık sürenin geçmesinden sonra mağdurenin ruh sağlığının bozulduğuna ilişkin raporun alındığı anlaşıldığı' şeklindeki belirleme ile ilk cinsel tarihini 2012 yılı Nisan ya da Mayıs ayı olarak tespit etmiş ve ilk cinsel ilişki tarihinden itibaren 6 ay geçtikten sonra yapılan muayeneye istinadan tanzim olunan raporun hükme esas alınmasında bir hukuka aykırılık bulunmadığına karar vermiştir.
Kanaatimize zincirleme şekilde işlenen suçlarda, 6 aylık muayene tarihinin ilk cinsel ilişki tarihinden itibaren hesaplanması yerinde değildir. Kaldı ki ilk cinsel ilişki tarihi dahi net değildir. İlk cinsel ilişkinin tarihi, ifadelerin birlikte nazara alınarak yorumlanması sonucu ortaya konulabilmektedir ki bu hususun da itiraz ile ilgisi bulunmamaktadır. Çünkü rapora dayanak kabul edilen muayenenin son cinsel ilişki tarihinden itibaren 6 aylık süre geçmeden alındığı kesinlik arz etmektedir.
Zincirleme şekilde işlenen suçlarda, öğretide ve uygulamada ittifak edildiği şekilde suç tarihi son eylem tarihidir. Suç tarihine bağlanan tüm hukuki sonuçlar teselsülün bittiği tarihe göre tayin ve tespit olunur. Kamu davasına konu olayda ise son eylemin vuku bulduğu 2008 yılı Ağustos ayından, Akdeniz Üniversitesine bağlı Çocuk Psikayatrisi Ana Bilim dalınca muayenenin yapıldığı 19.11.2008 tarihine kadar bu süre henüz dolmamıştır.
Esasen Yüksek 14. Ceza Dairesinin 18.12.2014 tarih, 2014/9019 esas, 2014/14559 tarihli bozma ilamı da görüşümüzü desteklemektedir. Bahse konu ilamda sair temyiz itirazlarının reddiyle ‘Adli Tıp Kurumunun istikrar kazanmış uygulamasına göre TCK'nın 103/6. maddesi kapsamında beden veya ruh sağlığının bozulup bozulmadığına ilişkin kesin rapor verilebilmesi için olay tarihinden itibaren en az altı aylık bir sürenin geçmesi koşulunun arandığı, buna karşılık mahkemece hükme esas alınan Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı Başkanlığının 18.05.2012 tarihli raporunun, zincirleme surette gerçekleşen eylemlerin başlangıç tarihinden itibaren altı aylık sürenin geçmesinden sonra alınmış olmasına karşılık rapora esas alınan kurul muayene tarihinin 14.03.2012 olup suç tarihinden 4 ay sonra yapılmış olması karşısında altı aylık süre geçmeden alınan rapora istinaden sanık hakkında suç tarihinde yürürlükte bulunan TCK'nın 103. maddesinin 6. fıkrasının uygulanması’ şeklindeki gerekçe ile hükmün bozulmasına karar verilerek, teselsül eden eylemlerde ilk eylem tarihinin esas alınamayacağı, 6 aylık sürenin hesabında suç tarihinin esas alınması gereğine vurgu yapılmıştır.
Bu bahis tartışılırken, elbette bir argüman olarak 5237 sayılı TCK sistemindeki zincirleme suç kavramında bir suç işleme kararı altında işlenen her bir suçun kendi içinde bağımsızlığını koruduğu ve bu itibarla bir suç işleme kararının zincirleme suç içinde yer alan suçları zincirleme suçun bir parçası veya safhası haline getirmediği ve neticede tüm suçları, her yönden tek bir suça indirgemeye yeterli olmadığı öne sürülebilir ve bu husus zincirleme suç kavramı yönünden özünde doğrudur.
Ancak belirtmek gerekir ki; bu husus ancak kanunun başka bir hükmünün hukuki sonuçları ile birlikte değerlendirilmesinin söz konusu olmadığı durumlar için söz konusu olabilir. Bizim konumuzda ise zincirleme suç hükümlerinin neticesi sebebiyle ağırlaşmış suç kurumu ile birlikte ele alınmasında zorunluluk bulunmaktadır. Zira TCK'nın 103/6. maddesi TCK'nın 103. maddesinin birinci ve ikinci fıkralarında tanımlanan suçların ağırlaşmış bir halidir ve bu yönüyle anılan iki fıkradaki eylemlerin zincirleme suç yönünden bağımsızlığını bütünüyle korumasına mantıksal ve hukuksal olarak zorunlu bir istisnayı beraberinde getirir. Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 2007/5-142 esas ve 2007/240 sayılı kararı ve Yargıtay 14. Ceza Dairesinin bu karar ile aynı yöndeki istikrarlı uygulamasına konu olan 'ruh sağlığının bozukluğunun teselsül edemeyeceği, TCK'nın 43. maddesinin TCK'nın 103/6. maddesi ile bulunan ceza üzerinden uygulanamayacağı' yolundaki kabulü de, esasen suçun neticesi sebebiyle ağırlaşmış halinin zincirleme suç hükümlerinin tipik uygulamasına hukuki ve mantiki olarak zorunlu bir istisna teşkil etmesiyle doğrudan ilgilidir. Yüksek Dairece bunun aksinin kabulü söz konusu olsa idi herhalde zincirleme suç içindeki tek tek bütün suçlar için ayrı ayrı ruh sağlığının bozulup bozulmadığına ilişkin rapor alınması ve bunun sonucuna bağlı olarak da TCK'nın 43. maddesinin aynı kanunun 103/6. maddesi ile bulunacak ceza üzerinden tatbiki gerekirdi.
Aslında kanaatimizce TCK'nın 103/6. maddesinde tanımını bulan suçun ağırlaşmış hali, görünüşte neticesi ağırlaşmış suç ile gerçekte neticesi ağırlaşmış suç tipi arasında kendine özgü bir yer bulur. Yani mesele ruh sağlığının bozulmasının tespitine gelince, tek tek suçlar bütünüyle bağımsızlığını kaybetmiyor iseler de, TCK'nın 103/6. maddesinin öngördüğü neticeye bağlanan hukuki sonuç çerçevesinde tıbbi bir zorunluluk olarak birbirlerinden bütünüyle bağımsız ve ayrı ayrı değerlendirmeye konu olabilecek bir biçim ve mahiyette de kalamamaktadır. Eylemler bir bütün halinde ruh sağlığı bozukluğuna yol açar veya açmazlar. Keza bu hususun tıbben ayrımı da mümkün değildir. Bu hususun mantıksal çıkarımı belirli bir zaman dilimi içinde gerçekleşen birden fazla eylemin ruh sağlığını bir kez bozduğu gerçeğidir. Yani burada eylemler zorunlu olarak birbirine bağlanmakta ve nihayet tek bir sonuca birlikte yol açmaktadır. Birbirlerine eklemlenen eylemler belirli bir süre içinde tekrarlanarak en nihayetinde ruhsal bir bozukluğa yol açacak biçimde sonlanmaktadır. Diğer bir anlatımla TCK'nın 103/6. maddesinde tanımlanan ağırlaşmış halin zorunlu bir sonucu olarak bu duruma yol açan eylemler, en azından bu yönden bütünüyle bağımsızlığını koruyamamaktadır. Ortada bir suçun ağırlaşmış hali söz konusudur ve burada ruh sağlığı bozukluğu tespitine bağlanan sonuçlar TCK'nın 103/1 veya 103/2. madde ve fıkralarında tanımlanan tek tek suçlara değil, TCK'nın 103/6. maddesinde düzenlenen ağırlaşmış halin kapsadığı eylemler bütününe bağlanmalıdır. Söz konusu olan birden fazla eylemin birarada husule getirdiği ruh sağlığının bozulması durumudur ve esasen bu tek bir durumdur. Şu halde ruh sağlığı eylemlerin tamamı nazara alınarak tek bir kez bozuluyor ise bu kez ve bunun zorunlu bir sonucu olarak, kanun metninde suçun alt sınırının 15 yıla çıkarılmasına dayanak yapılan tespit için aranan muayene süresinin de son eylem tarihinden itibaren başlatılmasının uygun olacağı düşünülmektedir.
Bu konunun bir diğer yönü ise psikiyatri biliminin yöntem ve araçları ile ilgilidir; cinsel istismara maruz kalan mağdurların eyleme karşı geliştirdikleri tepki ve duygu durumlarının tespiti ancak eyleme maruz kalmaları sona erdikten sonra tespit olunabilmektedir. Zira eyleme maruz kalındığı süreç içinde mağdurun tepkileri ölçülebilir değildir. Belirleyici olan eylemlerin bütünüyle sona ermesidir. Şu halde mağdurun duygudurumu ve ruh sağlığının bozukluğunda aranması gerektiğinde ittifak olunan bekleme süresinin mağdurun suça maruz kalmaktan kurtulduğu son eylem tarihine göre belirlenmesi uygun olacaktır. Bu itibarla ceza adaletinin sağlanması yönünden, kanunun hukuki bir sonuç bağladığı ve suçun cezasının bu denli ağırlaştığı bahse konu durumda tıbbi gerekliliklere uyulmasının, hem uygulamacıya hem de bu konuda rapor tanzim eden kurumlara bir bekleme süresine riayeti zorunlu kıldığı düşünülmektedir.
İtirazımıza konu olan kamu davasına konu somut olayda son eylem tarihinden itibaren bu sürenin beklenmesinde ayrıca zorunluluk bulunmaktadır. Adli Tıp Kurumu 6. İhtisas Kurulunun sayısız kararında vurgulandığı üzere rızayla giren cinsel ilişkilerde saptanan ruh sağlığı bozukluğunun 'erken yaşta yaşanan cinsel deneyime bağlı olabileceği gibi olay sonrası ortaya çıkan ve cinsel ilişkinin mağdurun ailesi ve yakın çevresinde öğrenilmesi ile baş gösteren psikososyal çatışma ve streslerden de kaynaklanabileceği ve bunun ayrımının kurulca yapılmasının mümkün olmadığı' belirtilmektedir. Somut olay ise bunun tipik bir örneğidir. Zira mağdure sanıkla evlenceği düşüncesiyle rızayla cinsel ilişkiye girmiş, atılı suçun başka bir olay nedeniyle ortaya çıkması üzerine durum ailesi ve yakın çevresince öğrenilmiştir. Bu meyanda hükme esas alınan ve Akdeniz Üniversitesince tanzim olunan rapordaki ‘...yaşadığı sosyokültürel çevrenin de etkisiyle okulu bırakmış olup evlenmeyi düşünmesi de gözönünde bulundurularak ruh sağlığının kalıcı olarak bozulduğu...’ yolundaki tespiti de ayrıca dikkat çekicidir. TCK'nın 103/6. maddesinin tatbikatında illiyet bağının mevcudiyetinin hassasiyetle değerlendirilmesi, doğrudan eyleme bağlı olmayan eylemin dolaylı sonuçlarının faili yüklenmesine olanak bulunmamaktadır. Bu itibarla mağdurede tespit olunan ruhsal durumun doğrudan doğruya ve müstakilen cinsel istismar suçunun işlenmesi sonucu ortaya çıkıp çıkmadığının belirlenmesi için yapılacak muayenede mağdurun eyleme maruz kalmaktan kurtulduğu son eylem tarihinden itibaren 6 aylık sürenin beklenmesini somut olay yönünden evveliyetle zorunlu kılmaktadır.
Arz ve izah olunmaya çalışılan tüm bu gerekçelerle, ruh sağlığının bozulup bozulmadığı hususunun tespiti için yapılacak muayenenin tarihinin belirlenmesinde, ilk eylem tarihinden itibaren 6 aylık sürenin geçmiş olması ile iktifa olunamayacağı, Akdeniz Üniversitesi Adli Tıp Ana Bilim Dalı Başkanlığınca son eylem tarihinden itibaren 6 aylık sürenin geçmesi beklenilmeden, 19.11.2012 tarihinde yapılan muayeneye dayanılarak tanzim olunan 14.05.2013 tarihli raporun hükme esas alınmaya elverişli nitelikte bir rapor olmadığı değerlendirilmektedir. Mağdurenin Adli Tıp Kurulu ilgili ihtisas kuruluna veya Adli Tıp Kurumu Kanunu 7 ve 23. maddelerine uygun şekilde teşekkül edecek bir üniversite hastanesine muayene için yeniden sevki ile ruh sağlığının bozulup bozulmadığı konusunda rapor alınması gerektiği gözetilmeden eksik inceleme ile TCK'nın 103/6. maddesinin tatbikinin usul ve kanuna aykırı olduğu” görüşüyle itiraz kanun yoluna başvurmuştur.
5271 sayılı CMK'nun 308. maddesi uyarınca inceleme yapan Yargıtay 14. Ceza Dairesince 11.10.2016 tarih ve 9240-6989 sayı ile, itiraz nedenleri yerinde görülmediğinden bahisle Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilen dosya, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır.
TÜRK MİLLETİ ADINA
CEZA GENEL KURULU KARARI
Özel Daire ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlıklar;
1- TCK’nun 103/6. maddesi kapsamında düzenlenen raporun, mağdurenin ruh sağlığındaki bozulmanın olay nedeniyle mi, yoksa olaydan sonra gelişen olaylardan mı kaynaklandığı hususunda yeterli olup olmadığının, bu bağlamda ayrıca bir rapor alınmasına gerek bulunup bulunmadığının,
2- Raporun olaydan en az 6 ay sonra alınmasının zorunlu olup olmadığının,
3- Zorunlu olduğu sonucuna varılırsa; 6 aylık sürenin zincirleme şekilde işlenen nitelikli cinsel istismar suçunda teselsül eden ilk suçtan mı yoksa son suçtan itibaren mi başlayacağının,
Belirlenmesine ilişkin ise de; Yargıtay İç Yönetmeliğinin 27. maddesi uyarınca öncelikle, 6284 sayılı Kanunun 20. maddesinin 2. fıkrası uyarınca Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığının sanık hakkında açılan kamu davasından haberdar edilmesinin zorunlu olup olmadığı, bu bağlamda Bakanlığın kamu davasına katılma ve diğer haklarını kullanma imkanının kısıtlanıp kısıtlanmadığının değerlendirilmesi gerekmektedir.
İncelenen dosya kapsamından;
Sanık hakkında katılan ...'e karşı zincirleme şekilde çocuğun nitelikli cinsel istimarı suçunu işlediği iddiasıyla 08.08.2012 tarihinde kamu davası açıldığı, yapılan yargılama sonucunda 10.06.2013 tarihinde sanığın atılı suçtan mahkûmiyetine karar verildiği,
Yerel mahkemece Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığına duruşma davetiyesi çıkarılmadığı gibi gerekçeli kararın da tebliğ edilmediği,
Sanık hakkındaki mahkûmiyet hükmünün katılan ... vekili ile sanık ve müdafii tarafından temyiz edildiği,
Anlaşılmaktadır.
Dünya genelinde güncelliğini koruyan ve mücadele edilmesi gereken aile içi ve kadına karşı şiddet, insanların temel hak ve özgürlüklerini ihlal etmesinin yanı sıra toplumsal yaşamı da tehdit eden sosyal b