Yargıtay Ceza Dairesi Numara 21/1985 Dava No 15/1987 Karar Tarihi 18.12.1987
Karar Dilini Çevir:
Yargıtay Ceza Dairesi Numara 21/1985 Dava No 15/1987 Karar Tarihi 18.12.1987
Numara: 21/1985
Dava No: 15/1987
Taraflar: Hanifi Güler ile Başsavcılık Arasında
Konu: Taammüden adam öldürme –Adam öldürme –Meşru müdafaa –Cezaya karşı istinaf
Mahkeme: Yargıtay/ceza
Karar Tarihi: 18.12.1987

-D.15/87 Yargıtay/Ceza 21/85
(Ağır Ceza No. 4478/84; Lefkoşa)

Yüksek Mahkeme Huzurunda
Mahkeme Heyeti: Şakir Sıdkı İlkay,Başkan, N.Ergin Sal(hi, Niyazi F. Korkut

İstinaf eden: Ha-nifi Güler, Merkezi Cezaevi
- ile -
Aleyhine istinaf edilen: KKTC Başsavcısı
A r a s ı n d a

İstinaf eden namına: Rifat Reis
Aleyhine istinaf edilen namına: Osman Tal(t Enginsoy



Taammüden adam- öldürme - Fasıl 154 Ceza Yasasının 203 ve 204. maddele- rine aykırı taammüden adam öldürme - İthamnameye adam öldürme davası ekleyerek Sanığın bundan mahkûm edilmesi.

Adam öldürme - Fasıl 154 Ceza Yasasının 205. maddesine aykırı olarak adam öldürme - Mak-tûlün araba ile giderken dağ yoluna saparak Sanıkla tartışmaya başlaması - Maktûlün Sanığa saldırması üzerine Sanığın taşla vurarak maktûlü yere düşürmesi ve daha sonra tekrar vurarak onu öldürmesi.

Meşru müdafaa - Sanığın taşla vurarak yere düşürdükten s-onra maktülün yanından ayrılmıyarak ona tekrar vurması - Olayda meşru müdafaa durumunun bulunmaması.

Cezaya karşı istinaf - Adam öldürme suçunda ceza takdiri - Maktûlün Sanığı olay yerine götürerek tehdit etmesi - Cezanın fahiş olması.



OLAY: Kıbrıs Bar-ış Harekatına katıldıktan sonra Kıbrıs'a yerkeşen 32 yaşındaki Sanık, arkadaşı olan maktûlün bir kız ile nişanlanmasına aracı oldu. Bir müddet sonra nişan bozuldu ve maktul daha önce kızın kardeşine verdiği 250,000TL'yı geri almak için Sanığın yardımını is-tedi. Sanık ise maktulün parayı kendisine danışmadan verdiği ve bu konunun onu ilgilendirmediğini söyledi. Sanık maktülden onu Değirmenlik köyüne götürmesini istedi. Köye yakın bir yerde köye girmeyip dağ yoluna sapan maktul sigara içmek bahanesi ile araba-dan indi. Sanık ile maktül arasında tartışma çıktı Sanık maktüle taşla vurarak onu öldürdü ve ertesi gün de uçakla Türkiye'ye kaçtı. Bir müddet sonra adaya giriş yaparken tutuklanan Sanık Ağır Ceza Mahkemesinde adam öldürme suçundan yargılandı. Kabahatli o-lduğunu kabul eden Sanık 13 yıl hapse mahkûm edildi. Sanık mahkûmiyet ve ceza aleyhine istinaf etti.

SONUÇ: Yüksek Mahkeme Sanığın verdiği ifadeye göre önce maktûlün Sanığa saldırdığını ve Sanığın maktulün kuvvetine dayanamadığı için yerden bir taş alara-k maktulün kafasına vurduğunu dikkate aldı. Buna rağmen maktul yere düşünce Sanığın olay yerinden kaçmadığını ve maktule öldürücü darbeyi indirdiğini gözönünde bulunduran Yüksek Mahkeme olayda meşru müdafaa durumu bulunmadığı kanısına vardı. Cezaya karşı y-apılan istinafta ise Yüksek Mahkeme Sanığın olay yerine maktul tarafından götürüldüğünü ve orada tehdit edildiğini gözönünde bulundurdu ve verilen cezanın fahiş olduğu kanısına vararak cezayı 8 yıl hapse indirdi.

Atıfta Bulunulan Yargısal İçtihatlar:
R. -v. Wheeler (1967) 3 All E.R.829.
R. v. Harry Lazarus Lobell (1957) 41 Cr. App. R. 100 at p.104.
Palmer v. Reginam (1971) 1 All E.R. 1077 at p.1088.
R. v. McInnes (1971) 3 All E.R. 295 at p.300.





H Ü K Ü M

Şakir Sıdkı İlkay, Başkan: Müstenif, Lefkoşa -Ağır Ceza Mahkemesi huzurunda 3/62 sayılı Yasa ile tadil edilmiş şekli ile Fasıl 154 Ceza Yasasının 203 ve 204 maddelerine aykırı olarak, 29.9.1984 tarihinde Değirmenlikte, Naci Hasan Örsev'i taammüden öldürmekle itham edildi. Davayı dinleyen Ağır Ceza Mah-kemesi ithamnameye ikinci bir davanın eklenmesi için direktif verdi. İtham- nameye eklenen bu ikinci dava altında müstenif, değiştirilmiş şekli ile Fasıl 154 Ceza Yasasının 205. maddesine aykırı olarak, Naci Hasan Örsev'in ölümüne sebep olmakla itham edild-i. Neticede Ağır Ceza Mahkemesi sanığı ikinci davadan kabahatli bulup mahk(m etti ve kendisini 13 yıl hapse gönderdi. istinaf hem mahk(miyet kararı hem de kesilen ceza aleyhine yapılmıştır.

Ağır Ceza Mahkemesi huzurundaki duruşmada müstenif sanık kendi n-efsini müdafaa için maktûlü öldürmüş olduğunu savundu. Bizim önümüzde de ilkin tezekkür edilip karara bağlanması gereken husus müstenif sanığın maktulün ölümüne sebep olup olmadığı değil de nefsi müdafaanın mevcut olup olmadığıdır.

Mesele ile ilgili olgu-lar kısaca şöyledir. Müstenif sanık Kıbrıs Barış Harek(tına katılmış ve ondan sonra Kıbrısta yerleşmiş olan 32 yaşlarında birisidir ve Değirmenlikte ikamet etmektedir. Maktul ise 1930 doğumlu olup Lefkoşada ticaret ile iştigal etmekte idi. Maktul eşinden v-e çocuklarından ayrılmış ve Lefkoşada yalnız başına yaşamakta idi.

Sanık ve maktul Kıbrısta tanışmış ve zamanla samimi arkadaş olmuşlardı. Bu arkadaşlık neticesinde sanık maktulün Leyla Konat isimli bir kızla nişanlanması için aracılık yaptı. Nişandan bi-r müddet sonra maktul nişanlısının kardeşine 250,000 lira verdi. Maktul bir müddet sonra da nişanı bozdu. Maktul, nişanın bozulmasından sonra, verdiği parayı kızın kardeşinden tahsil edebilmesi için sanığın yardımını istedi ise de sanık kendisine parayı on-a sormadan verdiği ve konunun kendisini ilgilendirmediği mealinde cevap verdi. 29.9.1984 tarihinde Lefkoşada buluşan maktul ile sanık, sanığı kaldığı Değirmenlik köyüne maktulün götürmesi için mutabık kaldılar. Sanık, ö.s. saat 6.45 raddelerinde, maktulün -arabasına girdi ve Değirmenliğe doğru yol aldılar. Maktul arabayı Değirmenliğe süreceği yerde dağ yoluna sürdü ve neticede dağdaki bir kireç ocağının karşısındaki toprak yola girdiler ve orada birer sigara içmek için arabadan indiler. Maktul orada sanık ta-rafından öldürüldü. Olaydan sonra sanık oradan ayrıldı ve Değirmenlikteki evine gitti. Maktulün cesedi ertesi gün olay yerinde yerde yüzükoyun yatır vaziyette ve el ve ayakları katılaşmış, pantolonunun zipi açık ve kolanı çözük olarak bulundu. Cesedin civa-rında ise kan izleri, bir anahtarlık, iki adet kanlı taş ve yerde debelenme, sürünme, tırmalama izlerini andıran izler bulundu.

Ceset üzerinde otopsi yapan Dr. Meral Albayrak maktulün başında hem ön, hem de arka kısmında iki adet çökme kırığı tespit etti-. Doktor şahadetinde, normalde başın iki zıt yerindeki bu yaraların tek bir darbe ile yapılamayacağını ifade etti. Doktora göre maktulün ölümü küt darbe yaraları ile oluşan kafatası kırığı, beyin ve beyincik hematomu ile meydana gelmiştir.

Olayın ertesi -günü sanık uçak ile Türkiyeye gitti ve Kıbrısa 27.11.1984 tarihinde feribot ile döndü ve Mağusaya çıktı. Sanık, adaya girişinde, adam öldürme suçu ile itham edilip tutuklandığında, polise isim benzerliği olabileceğini söyledi. Sanık daha sonra Lefkoşadan g-elen ve meselenin tahkikat memuru PÇ Öncel Öneye teslim edildi ve Lefkoşaya getirildi. Sanık, Öncel Öneye ve PÇY Vedat Madencioğluna göre, yolda tahkikat memuruna "sana doğruyu söyleyim, vicdan azabı çekerim, sana doğruyu söyleyim kendisine aracı girdim di-ye benden para istedi beni o yere kendisi götürdü bana vurmaya başlayınca yerden bir taş aldım başına vurdum, yere düşünce bir daha vurdum ve kaçtım" demiştir. Yine bu tanıkların ifadesine göre sanığın "sana doğruyu söyleyim" demesi üzerine kendisine kanun-i ihtar yapıldı. Sanık, daha sonra Lefkoşa'da, tahkikat memuru Öncele yazılı bir ifade verdi. İfadenin yazılı olarak başlamasından önce kendisine yazılı kanuni ihtar yapıldı ve sanık bu yazılı ihtarın altına imzasını attı. Sanık, ifadenin sonunu da ifadeni-n kendisine okunduğu ve istediği il(veyi yapmak veya istediği kısmı çıkarmak imk(nının kendisine verildiğine dair kendi el yazısı ile bir şerh koydu ve altına da imzasını attı.

Sanık, yazılı ifadesine, olay yerinde maktulün kendisine "bana bak sen beni k-andırırsın bana deli Naci derler seni kaybedeyim ki erkek vardır dünyada deyesin" diyerek tehdit ettiğini ve birbirlerine vurmaya başladıklarını, kendisinin maktulün kuvvetine dayanamadığı için yerden bir taş alıp bununla maktulün başına vurduğunu, maktulü-n yere düştüğünü ve kendisinin elindeki taş ile yerden kalkarken maktule bir daha vurduğunu, maktulün düşüp orada kaldığını, kıpırdamadığını ve kendisinin de olay yerinden koşarak kaçtığını söyledi. Ağır Ceza Mahkemesi, huzurunda yapılan duruşma içindeki d-uruşma sonucu bu ifadenin gönüllü olarak verilmiş olduğu kanaatına vardı ve emare olarak sunulmasını kabul etti.

Sanık daha sonra yazılı olarak itham edildiğinde "beni öldürmek için götürdü ben de, kendi müdafaam için başına taşı vurdum, diğerleri ile il-gim yoktur" diye cevap verdi.

Sanık, Ağır Ceza Mahkemesi önündeki şahadetinde ise, maktulün olay yerinde üzerine yürüyerek elleri ile boğazını tuttuğunu ve kendisini öldürmekle tehdit ettiğini, maktulün ellerini boğazından ayırmaya çalıştığını ve ikisini-n de yere düştüğünü, yerde de boğazını maktulün ellerinden kurtaramadığını, bu nedenle elini yerde gezdirip bir taş alarak sanığa vurmağa mecbur kaldığını, sanığa taş ile bir kez vurduğunu ve bunun üzerine maktulün boğazını bıraktığını ve kendisinin de yer-den kalkarak olay yerinden ayrıldığını söyledi.

Davayı dinleyen Ağır Ceza Mahkemesi sanığın Lefkoşa'ya getirilirken polise yaptığı şifahi beyanı ve daha sonra Lefkoşada verdiği yazılı ifadeyi doğru olarak kabul etti ve bu ifadelere ters düşen şahadetini,- ters düştüğü oranda, doğru olarak kabul etmedi. Ağır Ceza mahkemesi doğru olarak kabul ettiği ifadeler ışığında sanığın nefsi müdafaa savını reddetti ve sanığı adam öldürmek suçundan kabahatli bulup mahk(m etti.

İstinaf ihbarnamesi birçok istinaf sebepl-eri içermekte ise de esas itibarı ile ileri sürülen hususlar Mahkemenin sanığın polise yaptığı gönüllü ifadeyi Yargıç Kurallarına uygun olarak alındığına dair bulgusunun hatalı olduğu, Mahkemenin sanığın şahadetini reddedip iddia makamı şahitlerinin şahade-tini kabul etmekle ve bunlar uyarınca sanığın polise yaptığı yazılı ifade ile yaptığı iddia edilen şifahi beyanı doğru olarak kabul etmekle ve her halük(rda sanığın nefsi müdafaa savını reddetmekle hata ettiğidir.

İstinafta esas itibarı ile ileri sürülen- hususlar yukarıda belirtildiği gibi olduğuna göre ilkin tezekkür edilmesi gerken husus sanığın polise vermiş olduğu yazılı ifadenin Yargıç Kurallarına uygun olarak alınıp alınmadığıdır. Herhangi bir ifadenin yasanın öngördüğü şekilde gönüllü bir ifade olu-p olmadığını karara bağlarken söz konusu ifadenin ne dereceye kadar Yargıç Kurallarına uygun olarak alınmış olup olmadığının da tezekkür edilmesi gerekir. Müstenif sanık, konu ifadeyi kendisinin yazmak isteyip istemediğinin kendisine sorulmadığını ve bu şe-kilde Yargıç Kurallarına aykırı düşüldüğünü ileri sürmüştür. İleri sürülen husus üzerinde bir karar verilebilmesi için ilkin tezekkür edilmesi gereken husus ülkemizde takip edilmesi gereken Yargıç Kurallarının 1964 de İngilterede yürürlüğe giren kuralların- mı yoksa ondan önce ve 1930 dan beri İngilterede yürürlükte olan kuralların mı olduğudur. İngilteredeki Yargıç Kuralları bizde Fasıl 155 Ceza Usulü Yasasının 8. maddesi uyarınca uygulanmaktadır. Bu yasa müstemleke devrinde yapılmış bir yasadır. 1960 dan b-eri ise ülkemiz bağımsız bir ülke olup kendi Anayasaları uyarınca yönetilmektedir. KKTC Anayasasının geçici 4(1) maddesi Anayasanın yürürlüğe girdiği tarihte yürürlükte olan mevzuatın, Anayasa kurallarına aykırı olmadığı ölçüde, yürürlükte kalmasını öngörm-ektedir. 1975 ve 1960 Anayasalarında da benzeri kurallar içeren maddeler bulunmakta idi. Bu nedenle Fasıl 155 Ceza Usulü Yasasının 8. maddesinin ülkmeizin bağımsız bir ülke olduğu olgusu göz önünde bulundurularak ve Anayasaya ve özellikle geçici 4(1) madde-sine göre tefsir ve uygulanması gerekir. İngilteredeki Yargıç Kurallarına 1960 dan sonra yapılan veya yapılacak değişikliklerin buraya da şamil olduğunu veya olacağını addetmek Anayasamızla ve ülkemizin bağımsızlığı ile bağdaşmaz. Bu nedenle Ceza Usulü Yas-asının 8. maddesi uyarınca bizde uygulanması gereken Yargıç Kuralları 1964'den önce ve 1930'dan beri İngilterede uygulanmakta olan Yargıç Kuralalrıdır.

Sanığın ifadesini kendisinin yazmak isteyip istemediğinin kendisine sorulmamış olduğu bir gerçektir. A-ncak bizde uygulanmakta olan Yargıç Kuralları uyarınca sanığa ifadesini yazmak isteyip istemediğinin sorulması elzem değildir ve bu nedenle Yargıç Kurallarına aykırı hareket edilmemiştir. Tabiidir ki sanık, kendisine sorulmamasına rağmen, ifadesini kendisi- yazmak istediği takdirde bu imk(nın kendisine verilmesi gerekmektedir.

Şimdi de Ağır Ceza Mahkemesinin sanığın şahadetini reddedip iddia makamı şahitlerinin şahadetini kabul etmekle ve bunlar uyarınca sanığın polise yaptığı yazılı ifade ile yaptığı iddi-a edilen şifahi beyanı doğru olarak kabul etmekle hata etmiş olup olmadığı hususunu incelememiz gerekmektedir. Mahkeme önünde şahadet veren şahitlere inanıp inanmamak hususu ilk mahkemelerin takdirine bırakılmış bir husustur. Genellikle Yüksek Mahkeme, Yar-gıtay olarak, ilk mahkemelerin şahitler ve olgularla ilgili bulgularına müdahale etmez, meğer ki ilk mahkemenin herhangi bir şekilde hernagi bir şahide inanmakla hata ettiği hususunda ikna edilmiş olsun. Mahkeme önündeki şahadeti esaslıca inceledikten sonr-a Ağır Ceza Mahkemesinin iddia makamının şahitlerinin şahadetini kabul etmekle ve bu şahadete ters düştüğü oranda sanığın şahadetini reddetmekle hata etmiş olduğu hususunda ikna edilmedik. Kanımızca Ağır Ceza Mahkemesi bu hususta hata etmiş değildir. Sanığ-ın yolda Lefkoşa'ya getirilirken tahkikat memuruna yaptığı beyan hususunda PÇ Öneyin şahadeti PÇY Madencioğlu tarafından da teyit edilmiştir. Esaen bu ifade sanığın daha sonra kendi imzası tahtında polise yapmış olduğu yazılı ifade ile de bağdaşmak- tadır.- Bu nedenledir ki tahkikat memurunun sanığın yaptığı şifahi beyanı içerisine kaydettiği defteri kaybedip Mahkemeye ibraz edememesi Ağır Ceza Mahkemesinin bu husustaki bulgusuna müdahale edilmesi için yeterli bir neden taşkil etmemektedir. Hemen belirtmek y-erinde olur ki bu meselede defterin ibraz edilmemesi etkili olmamışsa da diğer birçok meselede ibraz edilmemesi büyük önem arzedebilir ve etkisi büyük boyutlara ulaşabilir. Bu nedenledir ki şifahi beyan veya ifadelerin içine kaydedildiği defterlerin titizl-ikle korunmasına ve duruşmayı yapan mahkemeye ibraz edilmesine azami dikkat edilmesi gerekmek- tedir.

Yukarıda söylenenlerden anlaşılacağı gibi Ağır Ceza Mahkemesi sanığın polis yaptığı şifahi beyanı ve daha sonra yaptığı yazılı ifadeyi doğru olarak kab-ul etmekle hata etmiş değildir.

Şimdi de Ağır Ceza Mahkemesinin sanığın nefsi müdafaa savını reddetmekle hata edip etmediğinin tezekkür edilmesi gerekmektedir.

"Nefsi müdafaa" itham konusu olan eylemi mazur gösterip suç sayılmasını önlemekle beraber sa-nık tarafından ispat edilmesi gereken bir müdafaa değildir. Bir mazaret olarak müdafaa tarafından öne sürüldüğü hallerde itham konusu olan eylemin nefsi müdafaa için yapılmadığını ispat etmek daima iddia makamına düşen bir görevdir. -Gör: R. v.Wheeler (196-7) 3 All E.R. 829.

Tabiidir ki nefsi müdafaa mazeretinin mevcut olduğunu sanık lehine bulabilmek için mahkeme huzurunda bu hususta şahadet olması grekir ve şüphe yoktur ki bu gibi şahadet umumiyetle müdafaa tarafından ibraz edilir. R. v. Harry Lazarus Lo-bell (1957) 41 Cr. App. R.100 at p.104'de Goddard LCJ şöyle demiştir:

"It must, however, be understood that maintaining the rule that the onus always remains on the prosecution does not mean that the Crown must give evidence-in-chief to rebut a suggestion- of self-defence before that issue is raised, or indeed need give any evidence on the subject at all. If an issue relating to self-defence is to be left to the jury, there must be some evidence from which a jury would be entitled to find that issue in favo-ur of the accused, and ordinarily, no doubt, such evidence would be given by the defence. But there is a difference between leading evidence which would enable a jury to find an issue in favour of a defendant and in putting the onus upon him. The truth is -that the jury must come to a verdict on the whole of the evidence that has been laid before them. If on a consideration of all the evidence the jury are left in doubt whether the killing or wounding may not have been in self-defence, the proper verdict wou-ld be Not Guilty ................ It is perhaps a fine distinction to say that, before a jury can find a particular issue in favour of an accused person, he must give some evidence on which it can be found, but none the less the onus remains on the prosecu-tion; what it really amounts to is that, if in the result the jury are left in doubt where the truth lies; the verdict should be Not Guilty, and this is as true of an issue as to self-defence, as it is to one of provocation, though of course the latter ple-a goes only to a mitigation of the offence."

Bir sanığın itham konusu olan eylemi nefsi müdafaa için yapmış olduğu genellikle- sanık tarafından verilen şahadetten görülebilirse de Mahkeme, önündeki tüm şahadeti tezekkür ederek sanığın kabahatli olup olmadığına karar vermelidir. Bu nedenle sanığın şahadet vermediği hallerde de mahkeme huzurun- daki şahadet sanığın nefsi müdafaa iç-in itham konusu eylemi yapmış olduğunu gösterirse veya bu hususta mahkeme şüpheye düşerse sanığın beraat etmesi gerekir.

Nefsi müdafaa mazeretinin başarılı olabilmesi için saldırıya uğrayan sanığın ölüm veya ağır bedeni hasar tehlikesi ile karşı karşıya -bırakılması, buna mani olmak için sanığın da karşı kuvvet ve şiddet kullanmasının makul surette gerekmesi ve kullandığı şiddet ve kuvvetin meselenin ahval ve şeraiti ışığında makul ve lüzumundan fazla olmaması gerekir. Palmer v. Reginam (1971) 1 All E.R. 1-077 at p.1088 de Privy Council'in hükmünü veren Lord Morris of Borth-Y-Gest şöyle demiştir:


"It is both good law and good sense that a man who is attacked may defend himself. It is both good law and good sense that he may do, but may only do, what is rea-sonably necessary. But everything will depend on the particular facts and circumstances. Of these a jury can decide. It may in some cases be only sensible and clearly possible to take some simple avoiding action. Some attacks may be serious and dangerous. -Others may not be. If there is some relatively minor attack it would not be common sense to permit some action of retaliation which was wholly out of proportion to the necessities of the situation. If an attack is serious so that it puts someone in immedia-te peril then immediate defensive action may be necessary. If the moment is one of crisis for someone in imminent danger he may have to avert the danger by some instant reaction. If the attack is all over and no sort of peril remains then the employment of- force may be by way of revenge or punishment or by way of paying off an old score or may be pure aggression. There may no longer be any link with a necessity of defence......................................... If there has been no attack then clearly ther-e will have been no need for defence. If there has been attack so that defence is reasonably necessary it will be recognised that a person defending himself cannot weight to a -nicety the exact measure of his necessary defensive action. If a jury thought that in o moment of unexpected anguish a person attacked had only done what he honestly and instinctively thought was necessary that would be most potent evidence that only reaso-nable defensive action had been taken."


Bir sanığın karşı kuvvet kullanmasının makul olup olmadığı tezekkür edilirken şüphe-sizdir ki kaçma fırsatının olup olamdığı ve varsa bu fırsatı kullanıp kullanmadığı göz önünde tutulmalıdır. R. v. McInnes (1971) 3 All E.R. 295 at p.300 de Edmund Davies LJ şöyle demiştir:


"We prefer the view expressed by the High Court of Australia that- a failure to retreat is only an element in the considerations on which the reasonableness of an accuseds' conduct is to be judged (see Palmer v Reginam), or as it is put in Smith and Hogan's Criminal Law,
'.......... simply a factor to be taken into acco-unt in deciding whether it was necessary to use force, and whether the force used was reasonable.'

The modern law on the topic was, in our respectful view, accurately set out in R v. Julien by Widgery LJ in the following terms:

'It is not, as we unders-tand it, the law that a person threatened must take to his heels and run in the dramatic way suggested by counsel for the appellant; but what is necessary is that he should demonstrate by his actions that he does not want to fight. he must demonstrate that- he is prepared to temporise and disengage and perhaps to make some physical withdrawal; and to the extent that that is necessary as feature of the justification of self-defence, it is true, in our opinion, whether the charge is a homicide charge or someth-ing less serious.'

In the light of the foregoing, how stands the direction given in the present case? Viewed in isolation, that is to say, without regard to the evidence adduced, it was expressed in too- rigid terms. But the opportunity to retreat remains, as the trial judge said, 'an important consideration', and, when regard is had to the evidence as to the circumstances which prevailed, in our view it emerges with clarity that the appellant could have -avoided this fatal incident with case by simply walking or running away .................... It is submitted by the defence that the appellant had manifested an unwillingness to fight, but in our judgment the evidence is stron-gly to the opposite effect."

Önümüzdeki meselede Ağır Ceza Mahkemesi ileri sürülen nefsi müdafaa mazeretini reddederken, diğerleri arasında, Lobell, Wheeler, Palmer ve McInnes davalarına atıfta bulunmuş ve şöyle demiştir:

"Olayın ceryan tarzı ile ilgil-i bulgularımıza yukarıda değinmiştik. Buna göre, Naci Hasan Örsev sanığı kaybedeceği hususunda bir tehdit savurmuştur. Tehdidin yapıldığı bu yer sanığın yıllarca oturduğu Değirmenliğin hemen üst başında bir yerdir. Değirmenliğe gidilemese bile, olay yeri t-abii özellikleri itibarıyle saklanmağa müsait idi. Bu esnada havanın kararmış olması da saklanmağı daha da kolaylaştırmaktaydı. Bunlara rağmen, sanık söz konusu tehditten kurtulmak için kaçma, saklanma imk(nlarından yararlanmağa teşebbüs etmemiş, mücadele -etme niyetinde olmadığını göstermemiştir. Aksine, kavgaya tutuşmuş, birbirlerine vurmağa başlamışlardır...."

Yukarıdaki iktibastan görülebileceği gibi mahkeme nefsi müdafaa mevcut olup olmadığına karar verirken sanığın, olay yerine vardıklarında, tehdit -edilmesi üzerine bu tehditten kurtulması için kaçmaya veya saklanmaya teşebbüs etmediğini de göz önünde bulundurmuştur. kanımızca sanığın sadece kuru bir tehdit üzerine oradan kaçmaya veya saklanmaya teşebbüs etmemesi nefsi müdafaanın mevcut olmadığının bi-r göstergesi olarak alınmaması gerekir. McInnes davasındaki hükümde belirtildiği gibi bir sanıktan beklenen tehdit edilmesi üzerine hemen dramatik bir şekilde kaçması değil de tavır ve hareketi ile kavga etmek veya dövüşmek niyetinde olmadığını göstermesid-ir. Önümüzdeki meselede Ağır Ceza Mahkemesi sanığın bu müdafaasını reddederken sadece bu hususu değil de sanığın maktulün başına taş ile başta çökme kırığı yapabilecek şiddetle vurup kendisini yere düşürdükten sonra kaçma- dığını ve maktul yerden kalkmak i-sterken onun başına taşla ikinci bir darbeyi vurduğunu da göz önünde bulundurmuştur. Mahkeme hükmünde şöyle demiştir:


"..... Kavga eden taraflardan Naci Hasan Örsev sanıktan daha cüsselidir. Ancak, sanık da Naci Hasan Örsev'den tam 22 yaş daha gençtir. -Üstelik sanık askeri eğitim görmüş, Barış Harek(tlarına katılmış bir şahıstı. Kavga esnasında Naci Hasan Örsev'in elinde tecavüzi herhangi bir alet veya silah olduğuna dair huzurumuzda herhangi bir şahadet de mevcut değildir. Bu şartlar altında kavga eden -ve birbirlerine vuran bu iki şahıstan, sanık, yerden taş alma zaman ve imk(nı bularak emare 5 taş ve/veya taşları almıştır. Bunu yumruğundan başka sil(hı olmayan Naci Hasan Örsev'in vücudunun en hassas bölgesine, başına, başta çökme kırığı yapabilecek şidd-etle vurmuştur. Bu feci darbeyi başına yiyen Naci Hasan Örsev yere düşmüştür. Sanık yere düşmekle zararsız duruma giren Naci Hasan Örsev'i yine bırakmamıştır. Naci Hasan Örsev ayağa kalkmak isterken başına taşla 2. öldürücü darbeyi de vurarak onu yere serm-iştir.

Sanığın kaçma fırsatından yararlanmağa teşebbüs etmeyerek mücadele etme niyetinde olmadığını göstermediği, öldürücü darbelerin Naci Hasan Örsev'in vücuduna indirildiği yer, bunların şiddet ve adedi ve meselenin tüm ahval ve şeraiti göz önünde tutu-lduğunda, sanığın fiilinin nefis müdafaası için yapılmadığı ve bu meselede nefsi müdafaa mazeretinin geçerli olmadığı sonucuna varıyoruz."


Sırası gelmişken bir hususa temas etmek istiyoruz. Yapılan iktibastan görülebileceği gibi Ağır Ceza Mahkemesi hükm-ünde "taş ve/veya taşlar" dan söz etmiş ve müdafaa da istinafta buna değinmiştir. Ceza davalarında verilen hükümlerde gerektiği hallerde "ve", "veya"" bağ edatları kullanılmakta ise de "ve/veya"nın kullanılmadığı doğrudur. Ceza davalarında özellikle sonuca- etkili olgular hakkında şüpheden ari olarak bulgu yapılması gerekmektedir. Bu yapılmadığı takdirde de bunun menfaatından sanığın yararlanması gerekir. Bu nedenledir ki bu meselede Mahkeme maktulün başına indirilen darbelerin adedi hakkında kesin bulgu yap-mış ve bu darbelerin iki adet olduğunu bulmuştur. Sonuca etkili olamayacağı için olmalıdır ki bu darbelerin ayrı ayrı iki taş kullanılarak mı yoksa bir taş ile mi yapılıp yapılmadığı hususunda Mahkeme, yukarıda belirtildiği gibi, kesin bir bulgu yapmamıştı-r. Ne var ki, Mahkemenin hükmünde belirtildiği gibi olay yerinde bulunan iki taş üzerinde maktulün kan grubundan kan ve dış görünüm itibarı ile onun saçlarına benzer görünümde kıl bulunmuştur. Otopsi yapan doktor da maktulün başındaki yaraların bu taşlarla- yapılabileceğini söylemiştir. Bundan da maktulün başındaki yaraların olay yerinde bulunan iki taş ile yapılmış olduğu gözükmektedir. Ancak, yukarıda da belirtildiği gibi, Mahkeme sonuca etkili olmadığı içindir ki bu taşların adedi hakkında kesin bulgu yap-mamış fakat sonuca etkisi olan darbe miktarı hakkında kesin bir bulgu yapmıştır.

Görülebileceği gibi Mahkemenin doğru olarak yapmış olduğu bulguya göre sanık, maktul ile arasındaki kavga ve vuruşma sırasında yerden bir taş alarak sanığın başına, başta çö-kme kırığı yapabilecek şiddetle vurmuş ve onu yere düşürmüştür. Maktul yere düştükten sonra sanık oradan kaçmamış ve maktul yerden kalkmak isterken onun başına ikinci bir defa taş ile vurmuş ve maktulü yere sermiştir. Mahkemenin bu bulgusu sanığın kendi gö-nüllü ifadesine dayanmaktadır. Sanık kendi gönüllü ifadesinde maktulün kuvvetine dayanamadığı için yerden taş alarak onun başına vurduğunu söylemiştir. Bu böyle olduğuna göre de sanığın maktule taş ile ilk vuruşu nefsi müdafaa sayılabilir. Ancak ne var ki -maktul bu şekilde yere düştükten sonra sanık oradan kaçmaya teşebbüs etmemiş ve maktule, yerden kalkmak isterken, başına çökme kırığı yapacak şekilde ikinci bir defa taş ile vurmuştur.

Maktul yere düştükten sonra sanığın kaçma fırsatından yararlanmaya te-şebbüs etmediği veya mücadele niyetinde olmadığını herhangi bir şekilde göstermediği ve ikinci öldürücü darbenin maktulün vücuduna indirildiği yer ve bunun şiddeti göz önünde tutulduğunda öne sürülen nefsi müdafaa mazeretinin, bu meselede, geçerli olamayac-ağı, kanımızca, şüpheden arı şekilde gözükmek- tedir.

Yukarıda belirtildiği gibi Mahkeme nefsi müdafaa mazeretini reddet- mekle doğru bir karara varmış ise de bu karara varırken sanığın tehdit edilmesi üzerine hemen olay yerinden kaçmaya teşebbüs etmemes-ini de aleyhine hatalı olarak almıştır. Ancak neticede vermiş olduğu karar, tüm şahadet ışığında, doğru bir karar olduğuna ve sanığa adaletsizlik yapılmamış olduğuna göre, kanımızca, Fasıl 155 Ceza Usulü Yasasının 145(1)(b) maddesinin şart bendinin uygulan-ıp Ağır Ceza Mahkemesinin kararına müdahale edilmemesi gerekmektedir.


Yukarıda belirtilenler ışığında istinafın, mahk(miyet aleyhine yapıldığı oranda, reddedilmesi gerektiği görüşündeyiz.


Şimdi de fahiş olduğu iddiası ile ceza aleyhine yapılmış olan -istinafın tezekkür edilmesi gerekir. Ağır Ceza Mahkemesi sanığı 13 yıl hapse göndermiştir. Sanığın geçmişi, şahsi ve ailevi durumu, olay yerine maktul tarafından götürülüp orada tehdit edildiği, suçun işleniş tarzı ve nedeni göz önünde tutulduğunda sanığa -kesilmiş olan cezanın açıkça fahiş olduğu görüşündeyiz. Kanımızca sanığa verilmesi gereken uygun ceza sekiz yıl hapis cezasıdır.


Sonuç olarak istinaf kısmen kabul edilir ve sanığa Ağır Ceza Mahkemesi tarafından kesilen on üç yıl hapis cezası sekiz yıla -indirilir.

(Şakir Sıdkı İlkay) (N. Ergin Sal(hi) (Niyazi F. Korkut)
Başkan Yargıç Yargıç

18 Aralık 1987



1


405






Full & Egal Universal Law Academy